“Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, ah kavaklar…
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omuzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.
Ah kavaklar, ah kavaklar…
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.“
METİN ALTINOK
Sivas yangının da yaşamını yitiren şairimiz…
Sabaha karşı uyandım. Öyle kendiliğinden. Ter içindeydim. Rüya görmüş, rüyam bitince de kendiliğinden uyanmıştım. Ne heyecanım vardı ne de korkum. Ama kıpırdayamıyordum. Sağa sola dönemedim bir süre. Uyanıktım, yalnızca gördüğüm rüyadan düşünceler üretiyordum kafamda.
Oysa çok seyrek rüya görür, bu rüyaların hemen hepsini de sabah uyandığımda unutmuş olurdum. Bu seferki çok farklıydı. Tüm benliğimi esir almıştı. Kalkıp bunları yazsam mı diye düşündüm ama yatağımdan kıpırdayamıyorum.
Çocukluğuma gidiverdim birden … Alapınar canlandı gözümün önünde. Kasabamızın tek yeşilliğiydi Alapınar. Bir sürü bahçe vardı çevresinde. Kerpiç duvarlarla birbirinden ayrılmıştı bahçeler. Erik ve elma ağaçlarının meyvelerini çocuklar yolmasın diye, kerpiç duvarların üzerine dikenli otlarla çelan yapılırdı her yıl. Her bahçenin bir köşesinde mutlaka domates ya da patates ekilirdi. Alapınar’ın toprağı sulak olduğu için herkes kavak dikerdi. Öyle de çabuk büyürdü ki bu güzelim ağaçlar. Uzaktan bakıldığında göze çarpan ilk şey, bulutlara doğru uzanmış kavak siluetleri olurdu.
Tüm çocukların, gençlerin tek dinlence ve oyun yeriydi Alapınar… Küçücük bir tepenin hemen eteğinden başlayan bu yemyeşil alan, tam bahçelerle tepenin birleştiği yerdeydi ve yaz kış hiç kesilmeyen, dupduru akan iki suyu vardı. Biri gövdesindeki üç gözden tatlı tatlı süzülen Alapınar suyu, öbürüyse toprağın altından dimdik çıkan, ta ovanın ortasındaki göletlere boşalan küçük, şirin dere… İşte bu iki güzelliğin birleşip yarattığı küçük bir cennetti Alapınar.
Tam ortasından derenin aktığı o çayırda “Kemirtmece”, “İngit” ve başka oyunlar oynar, sonra çelanlı duvarlardan atlayarak bahçelere girer, içeride hemen işbölümü yapar, bir kısmımız ağaçlardan erikleri yolmayı üstlenirken, bir kısmımız da toprağı ellerimizle kazarak taze patatesleri sökerdik. Bu arada çevredeki kurumuş dalları toplar, taşlardan yaptığımız ocağın içinde ateşi yakar, patatesleri korun içine gömer, erik yiyerek onların pişmesini beklerdik. Sonra ateşin içinden aldığımız patateslerin kabuklarını ellerimiz yana yana soyar, ortadan ikiye ayırır, buharı tüterken götürürdük ağzımıza … Ergenlik çağımız ya, ardından hep beraber ağaçların altında mastürbasyon yapar, soğuk sıcak demeden soyunup kendimizi buz gibi akan suya atar, titreye titreye “boy aptesi” alırdık …
İlk gençlik çağından kurtuldukça, oyunlarımız da değişti. Bahçelerden meyve yolmaya utanır olduk. Artık kendi bahçelerimizde toplanıyor, yapacaklarımızı orada yapıyorduk.
Alapınar bütün dünyamızdı bizim. Her birimiz bir ağaca yaslanır, saatlerce konuşur, aşklarımızı anlatırdık birbirimize. Herkes bir kavak seçmişti kendine ve herkes, kendi ağacının gövdesine kendi çakısıyla “kalp” çizer, içerisine de kendi adıyla sevgilisinin adını kazırdı. O kalpler artık kabuk bağlamaz, uzun yıllar silinmezdi ağaçların gövdesinden.
En gizli konuşmaları yaptığımız, sırlarımızı ve dertlerimizi paylaştığınız tek yerdi Alapınar. Babalarımızın okumamıza izin vermediği Aziz Nesin’in kitaplarını gizli gizli ve topluca, o kavakların altında okurduk.
Gecelerin ayrı bir güzelliği vardı. Kemal’in yanık ve içten sesiyle söylediği türkülere sigaralarımızla eşlik eder, onulmaz hayallere dalardık.
Karanlığın içinden yükselen bağrışmalarımızın, gülüşmelerimizin kavak yapraklarında yankılanıp tekrar bize dönmesi doğanın en güzel armağanıydı. Sakladığımız fotoğrafların arasında en güzel olanları Alapınar’ da çektirdiklerimizdir.
Ve zaman geçti büyüdük. Tabii kavaklar bizden daha çabuk büyüdüler. Bıraksalar, belki de bulutlara tutunacaktı dalları. Ama çürür de içleri koflaşır diye izin vermediler daha fazla boylanmalarına. Öyle ya, koflaşmış ağaç hiçbir işe yaramazdı. Bu yüzden kesilmeleri gerekiyordu, öyle de oldu …
Bir gün, toprağa en yakın yerlerinden vurdular kavakların boyunlarını. Her biri günlerce su akıttı kesilen yerinden. Kavakların ağlaması, gözyaşı dökmesi böyle oluyordu anlaşılan …
Arkadaşlarımdan ayrı, her cumartesi babamla da giderdik Alapınar’a. Oradaki bahçemizin içinde, bir metreye yakın kazıp biraz genişleterek açtığımız kuyudan, zeytinyağı tenekeleriyle su taşır, domates ve mısırları sulardık, ikindi vakitlerinde …
Kavaklara tek tek dokunur, sallardı iki eliyle onları babam. Yaprakları hışırdayarak bir o yana, bir öbür yana bükülürdü ağaçlar. Sararmış, canlılığını yitirmiş yapraklar tek tek düşerdi üzerimize. Babama bakarak, ince gövdeli olanları da ben sallar, sözde gücümü sınamaya çalışır, ama hiçbir zaman babam kadar yaprak dökemezdim. Babam, sonuncu kavağa geldiğinde şöyle hepsini
birden süzer, gövdelerinin daha kalınlaşmış, boylarının uzamış olmasından müthiş keyiflenir ve cebine davranarak Samsun paketinden sigarasını yakardı. Her keresinde böyle olurdu.
Bahçemizin dip köşesinde, gövdesi benden çok daha iri bir söğüt ağacımız vardı. Oraya her gidişimizde gövdesini kucaklar, iki elimi birleştirmeye uğraşır ama bunu asla başaramazdım; çünkü her denememde iki elimin arasındaki açıklık biraz daha büyürdü. Eğer ilkyaz başlangıcıysa, babam, hep cebinde taşıdığı bıçağıyla söğütten bir dal keser, özenle yontarak bana çeşit çeşit düdükler yapardı… Sonra bakışlarını yüzüme diker, “Önümüzdeki yıl bu kavakların beş altısını yıkıp satmak lazım… ” derdi.
Ama bir türlü kıyamadı onları kesip satmaya … Kavaklar da onun bu duygusunu anlamış olmalılar ki, daha bir arsızca boy verdiler, kalınlaştı gövdeleri. Bir buçuk yıl sonra kaybettik babamızı… Kavakların tekini bile kesmeden, hepsini bize bırakıp göçtü dünyamızdan …
Artık çok uzaklardaydık Alapınar’dan. Gidiş gelişlerimiz iyice seyrelmişti. Bahçeyi üç dört yıldır ekemiyorduk. Kuyu da küsmüş olmalıydı ki, suyu çekilmiş, ölü yapraklarla dolmuştu içi. Tek damla yoktu dibinde.
Kavakların kesilme zamanı gelmiş de geçiyordu … Görünüşte hepsi de sağlamdı. Hiçbirinde çürüme yoktu. Fakat her an olabilirdi. Satın almak isteyenler bir bir arıyorlardı bizi. Karar veremiyorduk. Nasıl kıyacaktık bu güzelim ağaçlara? Ne benim, ne kardeşlerimin içi elveriyordu onları satmaya. Bir yandan da korkuyorduk, içlerinden kururlarsa diye …
Gün gelmişti. İstekli olanlardan birine “evet” deyip sattık tüm kavaklarımızı. Tabii kocaman söğüt ağacımızla birlikte … Henüz iki gün geçmişti ki, bir tanıdık, biraz üzgün ve sitemli bir halde, “Ağaçları çok ucuza vermişsiniz” dedi.
Demek kesmişlerdi hepsini. Her birimizin ayrı ayrı anılarını saklayan, gövdelerine yaslanıp dertleştiğimiz, serinliğinde gizli kitaplar okuduğumuz, ilk aşklarımızın adlarını taşıyan ve gökyüzünde dimdik uzanan o güzelim kavaklar, şimdi boylu boyunca toprağa uzatılmıştı demek.
Ve kim bilir kaç gün ağlayacak, gözyaşı dökeceklerdi?..
Bu yaşıma kadar kimseye haksızlık etmeden, kimseyi incitmeden, kırmadan yaşamaya çalıştım. Aklımın erdiği, gücümün yettiğince mücadele ettim haksızlıklarla. Onun içindir ki rüyamda beni ne köpek kovaladı ne de bacağıma yılan dolandı. Fakat ata da hiç binmedim uykumda.
İlk kez, kavakları sattıktan iki gece sonra rüyama geldi babam. Hem de kefeniyle. Konuşmuyor, evin içinde tez adımlarla dolanıyor, homurdanıyor, sanki azarlayacak birini arıyordu. Birden, çevresine komşularımızın, arkadaşlarımın toplandığını gördüm; babamı sakinleştirmeye çalışıyor, bir yandan da kollarını bağlamaya uğraşıyorlardı. Ben, kardeşlerim Rıza ile Mustafa da, duvarın dibine çökmüş, olanları seyrediyorduk.
Kimse bakamıyordu babamın yüzüne. Ben de donup kalmıştım. Göz göze gelmemek için başımı eğik tutuyordum. Bir ara korkarak baktım. Yüzü belirsizdi. Gözleri birbirine karışmıştı sanki. Bağlı olarak yattığı yerde kıpırdamaksızın duruyor, ne konuşuyor,ne de bakıyordu. Yalnızca inliyordu. Bir kez öksürdü. Ağzına gelen balgamı, sağ tarafına, bize doğru tükürdü.
Sonra ansızın doğrulduğunu gördüm. Kollarını saran ipler kendiliğinden çözülüverdi. Ocakta, tavan~ içinde pişen etleri aldı, elleri yanmadan yedi onları. Bir yerden bir sigara çıkardı, küçük bir tabancaya benzeyen siyah çakmağıyla yaktı sigarasını. Oysa ölümünden sekiz yıl önce bırakmıştı tütün içmeyi. Uzun
bir nefes çekti. Böyle içerdi sigarayı. Ciğerlerindeki dumanın yarısı boşalmıştı ki, çakmağını silah gibi tutarak bana doğrulttu. Konuşamıyordum. Hiç kimse konuşamıyordu. Yalnızca, “olmaz, hayır!” anlamında kaşlarımla başımı yukarıya kaldırıyor, bedenimi sağa sola yatırıyordum. Üzerime gerçek bir silah doğrultulmuş gibiydi.
Göz göze geldik … Uzun uzun baktı bana. Ben de ona baktım. Yüzünün
tüm hatları olduğu gibi yerindeydi. Demin gördüğüm karışıklık yok olmuştu. Fakat karnı kömür doluydu. Kefenin o kısmı yırtılmış olduğundan görüyordum simsiyah duran kömürleri. Öylece bakıştık bir süre daha … Ve sessizce her şey, herkes kayboldu.
Uyandım. Yatağımdaydım. Yalnızca gözlerimi açıp kapatabiliyor, başkaca bir hareket yapamıyordum. Tüm bedenim kaskatı kesilmiş, öylece kalakalmıştım.
Birden bir düşünce çakıldı beynime. Yıllar önce okuduğum bir makalede ileri sürülen savları anımsadım. Makalede zamanla, belki de önümüzdeki yüzyıl içinde, bazı bilim adamları ve araştırmacıların, rüyaların sırrını çözebilecekleri anlatılıyordu.
Saatlerce zihnimden atamadım bu savları. Durmadan yorumlar yapıyor, acı içinde düşünüyordum. Sonunda buldum. Sorun bendim. Ailenin büyük oğlu olarak kavakları satma kararını ben vermiş, bu işe ben “evet” demiştim.
Onca ağaç buna razı gelmemişti demek ki. Belki de benden böyle bir şey ummadıkları için, daha çok yaralandılar. Çünkü ben, arkadaşlarım, hepimiz onların dostuyduk. Bir daha asla dönemeyeceğimiz o pastoral çocukluğumuz onların gölgesinde geçmişti.
Bense “satmıştım” onları. Kimbilir nasıl içerliyorlardı bana. Ağızları, dilleri yoktu ki konuşsunlar. Yalnızca birer ağaçtı onlar. Nasıl tepki göstersinlerdi ki? Eminim bu yüzden, kesildikleri gün buluştular babamla ve beni şikayet ettiler ona.
Babam bundan ötürü kızgındı bana. Kavaklar göndermişti onu rüyama. “Yazık ettin bize!” diyebilmek için babamı aracı yapmışlardı sanırım.
Alapınar’daki o bahçe şimdi bomboş … Bulutlar iyice yükseklere, hiçbir ağacın erişemeyeceği yükseklere çıkmış. Onları bize yakınlaştıran kavaklar yok artık … Rüzgar sessizce, derin bir hüzünle esiyor. Ne dalların türküsü var ortalıkta, ne de tek bir yaprağın ıslığı.
Yalnızca kuru bir uğultu duyuyorum. Toprağın derinlerinden gelip patlıyor yüzümde: ”Yazık ettin bize! Nasıl kıydın acımadan!..”
Biliyorum, yaşamım boyunca beni bırakmayacak bu ses. Benden başka hiç kimse duymayacak o acı uğultuyu. Hiç kimse anlamayacak o sesi. Benden başka, benden başka …
(Temmuz 1997)