Mehmet Ali İNAN
Mehmet Ali İNAN
E-Posta: [email protected] YAZARIN TÜM YAZILARI

Hıdırellez, münazara, elektrik

Köşe Yazısını Dinle

Güneşli, insanı üşütmeyen serin bir mayıs sabahıydı. Erkenden kalktım. Çabucak giyinip, evimizin önündeki pınarın buz gibi suyunda elimi yüzümü yıkadım. Avluda serçeler, güvercinler ve tavuklar yiyecek bulmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.

Kuşların telaşı sanki bende de vardı. Okulca Hıdırellez kutlaması için Cevizbağı’na gidecektik.

Güneş her zamanki gibi şaşmamış, doğudan doğmuş, tepelerin ardından ışığını, ince bir iplik gibi gözüme gönderiyordu. Serin ama insanı üşütmeyen bir hava vardı. Piknikte yiyeceğimiz peynir, haşlanmış yumurta, sadece bizim orada yapılan, dillere destan çöreğimiz, ekmek ve biraz da kese (süzme) yoğurttan oluşan azığım da hazırdı.

İlkokul dördüncü sınıftaydım. O gün siyah önlüğümüz ve beyaz yakamızı takmadan, serbest giyinik olarak toplandık okulda… Her sınıf ayrı ayrı, öğretmenler kendi sınıfının yanında yola çıktık.

Cevizbağı’na gidiyorduk.

İki küçük tepenin arasında, düz, yemyeşil bir yer. Dağların suyundan beslenen pınarı var, suyu doyumsuz ve çok soğuk. Cevizbağı taze otlarla yemyeşil bir örtü gibiydi. Küçük, narin kır çiçekleri adeta gülümsüyordu bize… Şenlendik. Kurduk ortak soframızı, birleştirdik azıklarımızı, Ozan’ın dediği gibi, “türkü söyler gibi” hep beraber keyifle doyurduk karnımızı… Kızlar başka oyunlar oynarken, bizler de ayrı oyunlar oynuyorduk. En çok sevdiğimiz “ingit”i (uzuneşek) oynamaya başladık ki, coşkumuz mutluluğumuz küçük dağlarda yankılanıyordu.

Resmi ve dini bayramlar dışında bizi en çok mutlu eden gün Hıdırellezdi. Daha hayatımıza 1 Mayıs İşçi Bayramı, Anneler Günü girmemişti. Yıllar sonra bir Hıdırellez günü idam edilen üç fidan da girecekti takvimin mayıs ayı günlerine.

Bir tek 19 Mayıs var: o zamanki adıyla Gençlik ve Spor Bayramı. Ha unutmak, atlamak olmaz “27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı” nı… Bu ülkenin tarihine bir armağan gibi yerleşen, Türkiye’nin yüzakı aydınlarınca, bilim adamlarınca hazırlanan en özgürlükçü en sosyal en demokratik anayasa.

Nedense hep “bize bir gömlek büyük bu anayasa diye” politikacılar tarafından bir türlü içe sindirilemeyen, ortadan kaldırmak, orasını burasını kırpmak için durmadan değersizleştirilen Anayasamız…

Eğitim yılının başında yeni atanan hevesli ve oldukça iddialı öğretmenlerimiz olduğunu çok geçmeden anladık. Dersler de bizi sıkıyor, iyice öğrenmemiz için kimi zaman teneffüse dahi çıkmıyorduk. A ve B diye iki şubeydi 4. Sınıf; öğlenci ve sabahçı… Ben B şubesindeydim. Sanırım okulda ilk kez 4. Sınıfın iki şubesi arasında münazara yapılacaktı. Beşer kişilik grup oluşacak, bir kişi de sözcü olacaktı. Bizim sınıfın grubunda ben de vardım. Sorulara yanıt vermek için ben mi yoksa Adnan mı seçildi hatırlayamadım.

Okul müdürümüzün başkanlığında üç kişilik bir heyet sırayla bir onlara bir bize soruyordu. Çevre ve yaşadığımız yerle ilgili bölümdeki soru, kasabaya elektriğin ne zaman geldiğiydi.

***

Odanın tavanında kirişe bağlanmış siyah-beyaz bir kordonun ucunda sarkan küçük cam ampul, kocaman odayı gündüz gibi aydınlatmıştı.

Duvara sabitlenen ceviz büyüklüğünde siyah renkli açma kapama kutusunun dilini, her birimiz sırayla yukarı kaldırıp söndürüyor, sonra aşağı indirip yakıyorduk. Bundan da nasıl büyük haz aldığımızı hiç unutamadım.

Görmemişlik gibi değil mi?

Ama görmemiştik. Hayatımıza ilk kez giren, mucize gibi bir durum. Buna rağmen Anadolu’nun birçok yerinden daha şanslıydık. Elektrikle bırakın tanışmayı kim bilir çok yerde adı bile bilinmiyordu.

Küçük bir sehpa gibi, kare, alçak boyda, dört ayaklı, ceviz ağacından yapılma kürsünün üzerine kitap, defter ve iyi görmem için gaz lambasını da koyar, ev ödevlerimi yapardım. Çok göç ettim, taşındığım her yere o kürsüyü de götürdüm. Şimdi bakıyorum da o küçücük yüzeye nasıl o kadar şeyi sığdırıp, ödev yapmışım, şaşıyorum.

Düğmeyi ‘çıt’ diye açtık mı evin içi gündüz gibi aydınlanıyor, her yerde ne varsa gözümüzün önünde oluyordu. Babaannem yaşlılığın verdiği sıkıntıların yanında gözlerinden de rahatsızdı, iyi göremiyordu. Evimize elektriğin gelmesine en çok o sevindi. Ne dualar ederdi. O küçük ampule bakarak, “seni bulanı, icat edeni Allah cennetine alsın, ömrün uzun olsun, yüzün gülsün” diye.

Elektrik onun için sadece yanan ampuldü. Işığın kaynağı ampulle sınırlıydı tüm bildiği. Bizim de ondan daha fazla bilgimiz yoktu o güne kadar. Ne Thomas Edison’dan ne de yaşam öyküsünü defalarca okuduğum, kamucu düşünceyle elektrik icadına ömrünü harcamış, halkın elektriği para ödemeden kullanabilecek icatlar yapmış Nikolay Tesla’dan haberimiz vardı.

Münazarada bize sorulan soru, elektriğin kasabaya ne zaman geldiğiydi. O günü elbette unutamazdık.

Daha hava kararmadan arkadaşlarla toplandık. İyi şeyleri de, dertlerimizi de birbirimize aktardığımız Kale’ye çıktık. Oradan kasabanın üç yanını görebiliyorduk. Neler konuştuk hatırlamıyorum ama sabırsızca ortalığın kararmasını bekliyorduk. Sanki gün uzamıştı, hava bir türlü hava kararmıyor gibi geliyordu bize.

Hepimizin yüzü batıya dönük, dağla birleşmiş kızıl ışınlarıyla ağır ağır kayboluşunu izliyorduk güneşin. Güneş batmıştı nihayet. Bozkıra, uçsuz bucaksız, çarşaf gibi serilmiş dümdüz ovaya iyice çöktü karanlık. Konuşmadan bekliyoruz, sokaktaki direklere takılmış lambalardan parlayacak ışığı…

Vakit gelmişti. Bir bir yandı lambalar. Işıl ışıl oldu kasabanın sokakları. İlk kez görüyorduk böyle bir manzarayı.

Başka bir dünyaya, başka bir çağa girmiştik sanki. İnsanlar sokağa çıkmış, gecenin aydınlığında keyifle sağa sola yürüyorlardı.

Köşe bucak her yanı aydınlattık. Artık ‘kör karanlığı’ kovmuştuk hayatımızdan. Bundan sonrası daha kolaydı, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan, bize zararlı olanı faydalıdan daha kolay ayırt edebilecektik.

Öyle olmadı.

Işığı her yana ilettik ama kafamızın içine ulaştıramadık; karanlık kaldı. Silinmeyen kötü bir alın yazısı gibi kafamızın içine çöküp kaldı karanlık, söküp atamadık oradan.

Topluma iyiyi, güzeli ve doğruyu gösterip, ışık yakıp, aydınlatmaya çalışanları da düşman bilip bir bir söndürdük onların ışıklarını da.

İşte bu yüzden çok ağır bedel ödüyoruz ekmeğimiz için, suyumuz ve gıdamız için. Elektriğe % 38 gibi acımasız bir zam yapabiliyorlarsa ülke yöneticileri, bizi dikkate almadıklarından, halkı düşünmediklerinden, belki de sevmediklerinden, ya da hepsi…

Bize her şeyi pahalı satıyorlar…

Bunun sorumlusu elbette halk değil, bu ülkeyi yönetenlerdir.

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X