Ülkemiz insanı ve kurumları bir kez daha Azrail’e iş düşürmedi.
Geçen hafta, Bolu Kartalkaya’da otel yangınında 78 insan çok acı bir şekilde “yanarak” yaşamdan koparıldılar.
Ben bu yazıyı, olayın üzerinden bir hafta sonra yazıyorum.
Bu sürede olup bitenleri, sorumluları, politikacıları, bakanları ve bakmayanları da iyice görmek istedim.
Son 22 yılda 24 facia başımıza gelmiş.
Öyle kolay anlatılacak felaketler değil yaşanılanlar. 54 bin 780 insanın ölümüne sebep olmuş.
Şu apaçık ortaya çıktı ki. Çocuklarımızı koruyamıyoruz. Daha dün “yenidoğan çetesi” diye adlandırdığımız, gözlerini para hırsı bürümüş grubun, nasıl acımasızca çocuklara kıydıklarını yaşadık.
Başımıza gelen felaketlerin nedenini kimi insanlar “ihmal”den olduğunu söylüyorlar. Hiçbir ihmal bu kadar insanın canını alamaz.
Yaşadığımız bunca insanın kaybı, ülkede geçerli olan, tarif edemediğimiz, adını koyamadığımız bir düzenin sonucudur.
Siyasi görüşü ne olursa olsun, parası olanın işini rahatça yürütebildiği bir yer oldu. Böyleleri için hiçbir ahlaki, vicdani ve kanuni kuralların sınırlaması yoktur.
Dahası bürokrasinin, yerel yöneticilerin, siyasetin içindeki tiplerin yürüttüğü bir düzen var.
Liyakatsiz, adam kayırmacılık, avantacılık peşinde koşanların, denetimsiz, etkisiz hale gelen kurumların, artık öncelikleri insan hayatını korumak değil.
Ülke insanının genci, yaşlısı, zengini, fakiri sanırım ilk kez bir konuda aynı fikirde birleşmişlerdir. Bu ülkede en değersiz olan insan hayatıdır.
Yetkisiz ama bürokrat, başkan, bakan var.
Yangının sorumlusu aranıyor harıl harıl!..
Bulsak… Yanan canlar sanki geri gelecek.
Bunu beceremiyoruz. Soma da, Çorlu’da İliç de bulunamadı.
Otel sahibinin polise verdiği ifadeyi okuyunca hem şaşıyor, hem de bu gerçek olamaz “şaka” diyor insan. Adam kendi dışında, elektrikçiyi, aşçıyı, iş güvenliği uzmanını, güvenlik görevlisini ve muhasebecisine suçu atıyor. “Bugüne kadar bana şu eksik demediler” diyerek.
Bolu Belediye Başkanı ile Kültür ve Turizm Bakanı da medyada birbirlerini suçlamak için adeta yarıştılar.
Olay yerine incelemek amacıyla bakanlar da gitti. Basına açıklama yapan İçişleri Bakan Ali Yerlikaya’ya gazeteci “bu bölge kimin yetki alanında, sorumlusu kim” sorusunu yöneltti.
Bakan “bunun cevabını 10 gün içinde ortaya çıkaracağız” dedi.
En yetkili kişinin söyledikleri, “vah halimize bizim” dedirtiyor!..
Nerdeyse üzerinden otuz beş yıl geçmiş.
Feride Çiçekoğlu’nun “Uçurtmayı vurmasınlar” kitabından aynı ad’la uyarlanan filmdeki bir sahne geldi aklıma…
Hem kitabını okuyup hem de filmi seyredince anlatılan hikaye insanın beynine iyice yerleşiyor.
Sahne, kadınlar koğuşunda bir grup kadın mahkum (aralarında siyasi olanlar da var) yer sofrasında yemektedir. Cezaevine yeni gelen biri hakkında konuşurlarken, içlerinden biri, “ben suçlu değilim, iftiraya uğradım” diyor.
O sırada filmin kadın kahramanı İnci (Nur Sürer)’nin kucağında da çocuk kahraman Barış oturmaktadır.
Barış, İnci’ye sorar “İftira ne demek İnci?”
İnci, “İftira birini yalan yerine suçlamak” der.
Ertesi sabah uyanınca, annesiyle aynı yatakta yatan Barış, yatağa işemiştir. Anne öfkelenir “Koca çocuk oldun, nedir bu senden çektiğim” diyerek azarlar oğlunu…
Barış, koşarak basamaklardan aşağı koğuşa iner. Yatağında uyuyan İnci’yi uyandırır. İnci “Noldu Barış” diye sorunca, Barış “Annem bana iftira etti. Yatağa işemişin diye. Ben yapmadım. Miki işedi” der.
Ülke yangın yeri olmuş.
Herkes birbirini suçluyor.
Kimse sorumluluğunu üstlenmiyor!..
Bugünün meselesi değil aslında başımıza gelen felaketler. Hep olmuş ve her seferinde de sorumlu bulunamamış.
Haftalık Oksijen Gazetesi, Kartalkaya yangını üzerine Oğuz Atay’ın “Günlük” kitabından bir yazıya siyah zeminde yer vermiş. Yazar bu notları defterine 25 Mart 1974’de düşmüş.
“Bu ülkede…
Müeyyideler gevşektir; herkes korkmalıdır, ama ceza da uygulanmamalıdır. Müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. Neyin ne olduğu, hangi suçun cezasının ne kadar olduğu bilinmemelidir. Fakat herkes her an suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız. Bizim ilk günahımız budur: Cezalandırılmayan küçük günahların toplamı-Hoşgörümüz de budur. Ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. Bu bakımdan bağışlayıcıdır. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır.”
Gerçeği aramak bir yana…
Gerçeğe arkasını dönmüş koca bir kitle var.
Türkan Selçuk’un yıllar önce Cumhuriyet gazetesinin birinci sayfasında yayınlanan bir karikatürü vardı. Bir sürü insan kafası çizilmiş.
Konuşma balonunda da “Yalanı hep beraber söylersek doğru olur” cümlesi vardı.
Koca koca insanlar hep birlikte yalan söylüyorlar…
Git gide gerçeklerden uzaklaşıyor toplum…
Duyarlı, vicdanlı, sorumlu insanlar için yaşam katlanılmaz hale geliyor böyle olunca.
“Uçurtmayı Vurmasınlar” filminin final sahnesi ile yazıyı bitireyim.
Kadın mahkumlar yaratıcı. Çok güzel şeyler yapıyor. Bir gün uçurtma yaparlar. Bahçeye çıktıklarında uçuracaklardır. Güzel bir uçurtma olur. Sonra beklenen zaman gelir. Cezaevi avlusundan uçurtmayı gökyüzüne salarlar. Nöbetçiler tedirgin olur. Cezaevi Müdürü’ne haber verirler.
Büyük hışımla gelir müdür. Öfkeyle talimat verir askerlere, uçurtmaya nişan almış bekleyen askerlere atış emri verince, arka arka patlar silahlar…
Gökyüzünde nazlı nazlı salınan uçurtma, delik deşik olur kurşunlarla… Süzülerek iner yeryüzüne…
Aslında o hayatın, yaşamın sembolüdür içerdekiler için. Sabırla büyütülen bir umudun meyvesidir.
Özgürlüktür!..
Özgürlüğümüzü ve umudumuzu kaybetmemizi istiyorlar.
Kimseye vurdurtmayalım uçurtmalarımızı.