Hayatta bazı karşılaşmalar var ki kolay kolay unutulmazlar. Bunlara otobüslerdeki karşılaşmalar da dahil. Bu konuda ilk aklıma gelen 1980’li senelerin ilk yarısında yaptığım bir Hayrabolu-İstanbul otobüs yolculuğudur. O zamanlar kapalı alan ve otobüslerde sigara yasağı yoktu. Sağ tarafta üçüncü sırada oturuyordum. Önümde oturan adam otobüs hareket eder etmez sigarasını yaktı ve Topkapı’ya kadar süren üç saat kırk beş dakika boyunca sigara zinciri yaptı, sigarasını hep tüttürdü. Sigara içmeyen biri olarak çok rahatsızlık duydum, resmen sigara içmiş gibi oldum. “Sigara adeta vücudunun bir parçası, bir organı! Dışarda da çok içtiği kesin, ki bu da en azından beş pakete karşılık gelir. Akciğerlerini öldürmeye yemin etmiş sanki! Derdi ne ki?” diye düşünmekten kendimi alamamıştım…
İkincisi seksenli yılların ortasında bir İstanbul-Bursa otobüs yolculuğunda geçti. Koridor tarafındaydım, cam kenarında oturan adamsa şişman ve konuşkan biriydi. Konuştukça ağzından çok kötü kokular geliyordu, bir süre sonra o kokulara dayanamayacağımı anladım. Boş koltuk var mı arkalara baktım, yoktu. Ne yapmalı diye düşündüm durdum, bulabildiğim tek şey koltuk kolunu indirerek koridora doğru yanaşmak oldu. Koltuğumun yarısı boşta, sol ayağımsa koridorda kaldı. Yani eğreti bir oturma düzeninde, adamın konuşmalarını duymazdan gelip başka yöne baka baka bir an önce yolculuğun bitmesini bekledim. “Sevgililer gününde bu kötü kokular da hiç çekilmiyor!” diye içimden habire söylendim, demek ki bir 14 Şubat günüymüş…
Üçüncüsü yine seksenlerde geçti, tarih 12 Mayıs 1989 idi. Günübirliğine bir Bursa-Ankara yolculuğuydu. Yazdığım “Biraz Kül Biraz Duman” adlı senaryoyu TRT’ye teslim etmek için Kamil Koç’un 06.00 otobüsüne binmiş, 15.00 otobüsüyle dönmüştüm. Giderken ön sıradaydım. Yanımda yetmiş yaşında, gözlüklü, papyonlu; önden gazeteci Nadir Nadi’ye, yandan Yunanistan başbakanlarından Papandreau’ya benzeyen bir adam vardı. Cumalıkızık yol ayrımında “iyi yolculuklar!” dedi, konuşmaya başladık, daha doğrusu o anlatmaya başladı. Gayet dinçti, sesi gür çıkıyordu, hafızası kuvvetliydi ve “koşul, tanık, kuşku” gibi sözcükler kullanarak konuşuyordu. Otobüs yolculuklarında hep kitap okuma gibi bir alışkanlığım var, bu nedenle bir an önce kitabımı çıkarmak için fırsat kolluyordum. Otobüs İnegöl otogarına girdiğinde bu arzumu gerçekleştiremediğimi görmek beni az rahatsız etmedi. “Ne zaman bitirecek sözlerini ?” o sırada kafamı en meşgul eden soruydu. Otobüs hareket etti tekrar, “Ona soru sormadıktan sonra Bozüyük‘e kadar biter anlatımı!” diye düşündüm ama o soru sormama gerek duymadan daldan dala atlayarak anlatıyordu. Bozüyük’e vardığımızda adamın konuşmadaki coşkusu daha da artmış, resmen beni teslim almıştı. Ancak Eskişehir‘e vardığımızda olaya bakış tarzımı değiştirme gereğini duydum. “Bu yolculukta kitap okumayı unut, onun yerine adamın anlatacaklarını koy, onu dinlemeye devam et!” diye kendime bir komut verdim. Bu komut işe yaradı, içimdeki sıkıntı bayağı azaldı. Adam yaptığı sporlardan, aldığı madalyalardan bahsederken “Acaba abartıyor mu?” diye düşünmekten kendimi alamadım. Ama dinç görünümünden, duruşundan sporcu bir geçmişi olduğu belliydi. Ailesinden, çocuklarından, işinden, öğrencilerinden, kendi öğrenciliğinden bahsetti uzun uzun:
“Lisede çok yaramaz ve başarısız bir öğrenciydim. Babam Emniyet Müdürüydü, beni dövmediği gün yoktu. Lise ikinci sınıftayken bir gün babam okula geldi. Başarısızdım ve yine yaramazlık yapmıştım, beni orada bir dövdü, ondan sonra aklım başıma geldi ve Halkalı Ziraat Mektebi’ne naklim yapıldı. Sonra Ziraat mühendisi çıktım. 1949’dan beri tekstilciyim; Türkiye’de askeriyenin paraşütlerini ben yapıyorum, yanmaz kumaş üretiyorum. Kumaşların üstüne çizdiğim desenlerle birçok uluslararası yarışmaya katıldım. Münih Fuarında dünya birincisi oldum. Madalyamı Almanya şansölyesi Helmut Kohl taktı…Bursa, İzmir, Ankara ve İstanbul üniversitelerinde tekstil, model, makyaj üzerine fahri dersler veriyorum. Not filan tutmam, irticalen konuşurum… Sene başında öğrencilere on soru yönelterek onlardan kendilerini tanıtmalarını isterim. Neler çıkar neler!” dedi iç çekerek, öğretmenliği pek sevdiği belliydi…
Otuz senedir aynı kiloyu korumasını çok yürümeye borçlu olduğunu, çoğu zaman Karagöz mezarlığının altındaki evinden Uluyol’daki fabrikasına yürüyerek gittiğinden bahsetti. “Sigara içmem, bizim evde damadım da dahil kimse sigara içmez!” dedi. Sonra albümünü çıkardı, Almanya şansölyesi Helmut Kohl ve içişleri bakanı Zimmerman’dan Vehbi Koç, İhsan Sabri Çağlayangil, Nejat Konuk, Nejat Tümer, Tahsin Şahinkaya, Nurettin Ersin, Erol Büyükburç, Zekai Gümüşdiş, Erdoğan Şahinoğlu, Ekrem Barışık ve Necmi Yazıcıoğlu’na kadar bir sürü fotoğraf gösterdi.
“Atatürk’ü gördüm… 1961’e kadar Halk Partisi Başkanlığı yaptım Bursa’da. İnönü ile fotoğrafım ve anılarım vardır. Erdal İnönü, burada beni ziyaret etti; ona babasıyla ilgili anılarımı anlattım. Politikanın o zamandan beri dışındayım” dedi.
Sözlerini Kızılay’da “Beni ziyarete gelirken arkadaşlarınızı da getirin. Yalnız dikkat edin, problemli tipler olmasın, bu yaştan sonra onlarla uğraşamam!” cümlesiyle noktalayan bu kişi Adnan Ener idi. Beş saat boyunca durmadan konuşmak ona iyi gelmişti. Yolculuk boyunca bana sadece üç soru sordu: Adın ne? Ne iş yaparsın? Maaşın ne kadar?
Daha sonra Bursa gazetelerinde onunla ilgili başka haberler okuduğumu anımsıyorum. 19 Nisan 2012’de vefat ettiğini yine bir yerel gazeteden öğrenince onunla yirmi üç yıl önceki otobüs yolculuğumuz gelmişti gözlerimin önüne. 1922 doğumluymuş, bu 90 yaşında vefat ettiği anlamına geliyordu…