1995 yılı ağustos ayında bir gün İstanbul’daydım.
Taksim’den İstiklal Caddesine yürürken Bursa Kebapçısı’nın tam karşısına düşen tarafta bir bankın boş olduğunu görünce biraz dinleneyim diye oturdum. Fazla sıcak olmayan havada oturmak, gelen geçenleri seyretmek güzeldi. Az sonra biri gelip yanıma oturdu. Fötr şapkalı, pala bıyıklı, siyah takım elbiseli, kravatlı adamın gözleri ela, burnu kemerli, yüzüyse dikdörtgendi. Yakasına değişik büyüklükte üç dört rozet takmıştı ve elinde durmadan salladığı büyük taşlı koskocaman bir tespih vardı. Yaşı da kırk beş elli arasıydı. Bir süre sonra ona bakanların yüzlerinde hemen bir değişimin ortaya çıktığını, gözlerde hayret ve şaşkınlık ışıltıları oluştuğunu, bunu bir gülümseme veya baş sallamanın izlediğini farkettim. Çoğu durmadan devam ederken bazıları on-onbeş saniye durup incelercesine ona bakıyordu. Adam ise bunu gördükçe kasıldıkça kasılıyordu. Konuşmam gerektiğini düşündüm ve o merakla:
“Gelen geçen herkes sana bakıyor. Bayağı ilgi çekiyorsun!” dedim gülerek.
“Evet, mıknatıs gibi, değil mi? Bilirim bu işleri.”
“İstanbullu değilsin herhalde?” diye sordum. Adamın tipi bende Kafkas kökenli olabileceği izlenimi uyandırmıştı. “Belki de çerkezdir, çıkık elmacık kemikleri, çekik gözleriyle onlara benziyor” diye düşündüm.
“Hayır, hayır. Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş biriyim!”
“Anadolu” kelimesini öyle vurgulu bir şekilde telaffuz etti ki ben bir an için İstanbul’un, İstiklal Caddesi’nin sönük kaldığı hissine kapıldım. Adamın Anadolu’su bildiğim Anadolu’dan çok farklıymış gibi geldi bana.
“Anlıyorum. Neresinden?”
“Tokat Erbaa’danım.”
Tokat Zile doğumlu biri olarak “Ben de Tokatlıyım!” diyecektim ki konuşmamızın saflığını ve objektifliğini bozmamak için sustum, onun yerine:
“Senin ne işle uğraşıyor olabileceğini düşünüyorum da aklıma bir şey gelmiyor. Yalnız esnaf veya zanaatkar olmadığın kesin. Ne iş yaparsın?” diye sordum.
“Şair ve yazarım. Bana ‘pala şair’ derler.”
“Ne tür şiirler yazarsın?”
“Her vezinde yazarım, benim için hiç fark etmez.”
“Cahit Külebi’yi tanır mısın?”
“Kim ki o?” diye sordu tespihini elinde hareketsiz tutarak.
“Şair o da hem de senin gibi Tokat’lı biri, Anadolu’nun bağrından çıkmış has bir şair. Tanımıyorsun demek?”
“Yok, tanımıyorum” dedi. O anda inisiyatifi elden kaçıran birinin açık rahatsızlığı belirdi yüzünde.
“Adın ne?”
“Mustafa Yağcı. Soyadım Yağcı ama ben yağcılık yapmam, sevmem yağcılığı. Doğru bildiğimi söylerim, lafı illaki gediğine oturturum, öyle bir tabiatım var. Bu halkın yüzde doksan beşi aptal. Televizyonlar da onlara göre yayın yapıyor. Evet, bu halkın yüzde doksan beşi aptal!”
“Yüzde doksan beşi!” derken sesi çok vurgulu çıktı. Dikkatle baktığımda fötr şapkasının kaliteli olmadığını, yakasındaki rozetlerin de basit süs eşyası gibi durduklarını fark ettim.
“Aziz Nesin gibi konuşuyorsun!” dedim.
Aziz Nesin’in adını duyunca adamın yüzü değişti. Değişen mimiklerinden onu pek de sevmediği belliydi.
“Onunla konuştum ama onu kendi görüşüme çekemedim. Mesela Sivas’ta onun gibi davranmazdım ben!”
“Pardon, sen nasıl davranırdın Sivas’ta?”
“Bak, bu uzun hikâye, bunu anlatmaya kalksam saatler sürer!” dedi ela gözlerini süzerek. Sonra tespihini şakırdatarak sallamaya başladı.
Bu arada ağzında hiç diş kalmamış, sevimli, bakışları espri kıvılcımları saçan yaşlı bir kadın tin tin ona doğru yürüdü ve tam önünde durdu. Gülerek, dikkatli bir şekilde, hiç gözlerini kırpmadan baktı pala şaire uzun uzun. Daha sonra bir şeyler söylemek istedi ama ne hikmetse ağzından hiç ses çıkmadı. Ne var ki bakışları aynen:
“Ah yavrum, ne yapmışsın sen böyle? Bu bıyıklar, bu kıyafet, bu tespih neyin nesi? Hiç yakışmamış, kendini maskara yapmışsın!” der gibiydi. Pala şair bana dönerek:
“Kadın tarihte kaldı. ‘İşte bozulmamış bir Türk genci!’ diye düşündü. Öyleyimdir gerçekten.”
“Herhalde geçimini sadece şiir yazmakla sağlamıyorsun, başka şeyler de yapıyorsun, değil mi?”
“Tabii, tabii, ben aynı zamanda siyaset de yapıyorum.”
“Hangi partiden?”
“Benim hangi partiden olduğumu daha çıkaramadın mı?”
“Nasıl çıkarayım? Söylemin konusunda bir ipucu vermedin ki. Sadece Aziz Nesin ile ilgili bir iki şey söyledin.”
“Ha öyle mi?” dercesine ela gözlerini süzerek bakışlarını bir süre yüzümde dolaştırdı. Sonra derin bir iç çekti, küçümseyen bir eda ile:
“Türkiye’deki partiler bana dar geliyor, benim kapasitemde değil onlar! Benim sorduğum soruları cevaplayacak bir parti henüz Türkiye’de yok!” dedi son kelimelerde sesini yine yükselterek.
“Nasıl siyaset yapmak bu, anlayamadım. Partiler üstü mü, bireysel mi, nasıl?”
Bu sorumun hoşuna gitmediğini başını sağa sola sallamasından, sinirli bir şekilde tespih çekmesinden anladım. Sesini yine yükselterek:
“Haydaaa, sen beni anlamıyorsun! Ne demiş Mehmet Akif?” diye sordu diklenen bir edayla.
“Hangi konuda ne demiş? Bir ipucu vermen lazım.”
“Bilmiyorsun demek? ‘Belki yarın belki yarından da yakın!’ demiş,” dedi pala şair. Bu karşılık ile coşkusu adeta zirve yaptı.
“Ben işte böyle entel biriyim, benimle aşık atamazsın!” anlamına gelen bir kasılma içine girdi.
“Benim sorumla bu cevabın ne ilgisi var şimdi?” diye sordum gülerek.
Bir karşılık alamadım soruma. Bunun yerine adam “Geç onu, geç!” diyen jest ve mimikler sergiledi. Sonra aniden kalktı, fötr şapkasını çıkararak “Hadi bana eyvallah!” dedi, İstiklal caddesinin kalabalığına karıştı. Karnımın acıktığını hissedince kalktım, bir lokantada yemek yedim. Saat beş sıralarında eve dönmek için Tünel istikametine doğru yürürken Ağa Camii yanında dikilmiş duran pala şairi gördüm. Biraz duraksayınca göz göze geldik. Gözlerinden beni tanıdığını gösteren bir ışıltının geçtiğini fark ettim ama o heykel gibi duruşunu bozmadı. Biraz yürüdükten sonra arkama döndüğümde bu kez bir turist kızın onunla fotoğraf çektirmeye çalıştığını gördüm. Fotoğraf çekiminden sonra kız cebinden çıkardığı parayı ona uzattı, adam parayı aldı, cebine attı. Ardından yaşlı bir turist çift geldi, birlikte poz verdiler. Adam cüzdanını karıştırdı epeyce, sonra omzunu okşayarak parayı uzattı. İyi para olmalı ki pala şair reverans yaparcasına yaşlı çifti selamladı…