“Akşamleyin Bursa Ulu Cami karşısındaki Büyük Postahane’ye gittim, şehir dışı bir telefon görüşmesi için gişedeki memura ihbarlı bir telefon yazdırdım.”
1995’ten sonra doğanlar yani şu an 2025’te en büyüğü otuz yaşında olanlar için bu ilk cümle tuhaf gelebilir çünkü onlar cep telefonlarıyla, internetle, iletişim olanaklarının her türlüsüyle tanışmış, büyümüş bir kuşak. Tırnak içindeki ilk cümleyi kurduğum Haziran 1986’da bunların hiçbiri yoktu, dahası sabit bir telefon bende olmadığı gibi başka birçok evde de yoktu. Sabit bir telefon edinmek telefon müdürlüğüne başvurduktan sonra yıllarca olmasa da aylarca beklemeyi gerektirirdi…
İhbarlı telefonu yazdırdığımda saat 20.30 idi, hava henüz kararmamıştı. Uzunluğu on metre, genişliği de sekiz metre büyüklüğündeki salonda kadını erkeği, genci yaşlısı yirmi civarında kişi bekliyordu. Sağ tarafta gişe, sol tarafta beş kabin, duvar ve pencere önlerinde de banklar vardı. İnsanlar banklarda sıkışık bir durumda oturuyor, kimi sigara içiyor, kimi yanındakiyle konuşuyor, kimi de sağa sola bakıyor, adlarının anons edilmesini bekliyorlardı. Gişede iki memur vardı, biri gözlüğü kalın çerçeveli, elli yaşlarında şişman biriydi, öbürü de gözlüklüydü ama o ne şişmandı ne de ilki gibi yaşlıydı ancak otuzlarda gösteriyordu. Üstlerindeki mavi önlük gözlük gibi ikisinde de ortak olan şeydi…
Ne zaman gişeye baksam şişman olanın bir şeyler atıştırdığını görüyordum. Telefon çalmadığında bir yandan avurtlarını şişirircesine yerken öte yandan da keskin bakışlarla telefon bekleyenleri tarıyordu. Telefonlar çaldığındaysa sol eliyle aldığı ahizeyi kulağıyla omzu arasına sıkıştırıyor, sağ eliyle önündeki kâğıda bir şeyler yazıyor, ağzındaki lokmalara aldırmadan çeşitli anonslar yapıyor, adları okunanlar da saniye farkıyla üç dört kabini dolduruyordu. Konuşmalarını bitirenler gişeye ödemeyi yaptıktan sonra ferahlamış bir edayla salondan ayrılıyor, onların boşalttığı yerleri yeni gelenler dolduruyordu. Gelenler, bekleyenler arasında yabancılar da yok değildi. İkisi erkek, biri kız üç genç, kızın elindeki turizmle ilgili kitabın sayfasına eğilmiş yorumlar yapıyorlardı. Alman olduğunu sandığım bu üçlüde dikkatimi kızın çirkin olanın dediklerine pek önem vermezken yakışıklı olanın her dediğini onaylamasıydı. Kızın ağzının konuşurken aldığı şekil bana “Acaba bu kız hep öööö mü diyor?” dedirten türdendi…
Geleli yarım saati geçtiği halde henüz adımın anons edilmemesi canımı sıkmaya başladı. Hele de benden sonra gelip konuşmasını yapıp gidenleri gördükçe can sıkıntım daha da arttı. “Niye çıkmıyor bu telefon be adam?” dercesine gişeye doğru başımı çevirdiğimde şişmanın yemesini sürdürdüğünü körük gibi inip kalkan yanaklarından anladım. İçimden bir an “Orası gişe değil de bir ev mi veya bir lokanta mı?” diye bir düşünce geçti zira insan ancak evinde veya lokantada bu kadar rahat yiyebilirdi. Derken yeni anonslar yaptı şişman adam. Adları anons edilenler kabinleri doldurunca yeni bir sessizlik, yeni bir bekleyiş başladı. Telefonlar toplu halde geliyor sonrakine kadar belli bir süre geçiyor gibiydi. Şişman adam bu belli süreden yararlanmak istercesine yerinden kalktı, kapıyı yarım açarak dışarı çıktı, bakışlarını üst kata çevirerek gür bir ses tonuyla “Hüseyin!” diye seslendi. Yukardan bir ses gelince “Benim duble çay ne oldu?” diye sordu. “Hemen geliyor Rüstem abi!” dedi yukardaki. Adının Rüstem olduğunu öğrendiğim adam yerinin kapılmasından korkar gibi hızla yerine döndü, yeme işine kaldığı yerden devam etti. Ancak telefon zilleri çaldığında anons yapabilmek için yemesini biraz yavaşlattı. Çok geçmeden genç irisi Hüseyin, merdivenleri koşarcasına indi, hafif bir reveransla duble çayı gişeye bıraktı. Rüstem çayı önüne çekerken geğirmekten kendini alamadı, kalın gözlüklerinin üstünden içerdekileri tekrar bakışlarıyla şöyle bir taradı ama benden başka gişeye bakan olmadığı için o geğirmeden utanmasına gerek kalmadı. Ondan sonra her yudumundan ayrı bir zevk alarak çayını yavaş yavaş içmeye koyuldu…
Bakışlarımı yeniden üç Alman gence çevirdim. Sonunda ortak bir noktada birleşmiş gibiydiler. Bunu kızın kitabı memnun bir ifadeyle çantasına koymasından ve konuşma yapmadan salonu terketmelerinden anladım. Arkalarından bir süre baktım, onların bu gezme görme meraklarına imrendim…
İster istemez tekrar gişeye baktığımda şişmanın bu kez yemeyi bitirdiğini gördüm. Şimdi bir yandan sigarasını içiyor öte yandan da diliyle ağzının kenarlarındaki yemek kırıntılarını süpürüyordu. Sigarasını bitirir bitirmez yine kapıya yöneldi, üst kata doğru “Hüseyin, benim tasımla su getir!” diye seslendi. Hüseyin, bu defa daha çabuk geldi, yine hafif bir reveranstan sonra “Buyur Rüstem abi!” diyerek tası uzattı. Rüstem kana kana bir dikişte suyu içerken “Bazı filmlerde olur ya, iddiaya girilir, bir şişe içkiyi bir dikişte içerler, ona benzedi bu!” diye düşündüm. “Neyse ki yemek faslı bitti!” demeye kalmadan bu sefer de genç olanı şişmanın bıraktığı yerden yemeye başladı! O da aynı rahatlıkla, top atılsa umursamayacak gibi yiyordu. Rüstem’in gözleri şimdi de arkadaşının yediklerine takılıyor, bakışlarıyla adeta o da lokmalara ortak oluyordu. Bu ortaklığı yeniden çalmaya başlayan telefon zilleri kesintiye uğratıyor, adları okunanlar onun numarasını verdiği kabinlere giriyorlardı…
Saatin 21.30’u geçtiğini görünce canım fena halde sıkıldı. Yarın erken saatte dersim vardı, bu nedenle “On beş dakika daha beklerim, çıkmazsa giderim!” diye kendime bir sınır koydum. Bir saat önce bekleyenlerden benimle birlikte sadece dört kişi kalmıştı. Bu arada konuşmasını bitiren ufak tefek gariban görünümlü bir adam elinde yuvarlak sarı bir kavunla ücret ödemek için gişeye yöneldi. Şişman gözlerini kavuna dikerek:
“Kavunu kaça veriyorsun?” diye sordu.
“Satılık değil, kendime aldım,” dedi gariban görünümlü adam.
“Ver bakalım, nasıl bir şeymiş görelim!”dedi Rüstem, kavunu eline alıp iki üç kez tarttı. Sonra bir kavun uzmanı bilmişliğiyle “Beş gün beklet, ondan sonra ye, şahane olur!” diye ekledi.
Bu sözler epeydir şişmana odaklanmış düşüncelerimde beni yeni bir evreye taşıdı. Şişmanın iştahının gişe dışına taşmaya başlaması bende gerçek üstü, tuhaf düşünceler oluşturmaya yetti. Hani Odesa destanında Odysseus ve yanındakiler bir mağaraya sığınmışlardı da gece mağaraya dönen dev adam Odysseus dışında hepsini bir güzel yemişti ya onun gibi “Ya Rüstem de ufak tefek gariban adamı gözüne kestirirse, onu yerse?” diye bir düşünce kafamı işgal etti. Bir yandan içimden bir ses bunun gerçek olamayacağını bana fısıldarken öte yandan başka bir ses “Olmaz olmaz deme, ya olursa?” diye ona karşı çıktı. Bu karşıt düşünceler bende ıssız bir ormanda tek başına kalmış birinin duyduğu tedirginliği uyandırdı. O ruh hali içinde saatime baktığımda kendime koyduğum on beş dakikalık sürenin dolduğunu gördüm. Gözümde korkutucu bir figüre dönüşen Rüstem’e telefonu iptal dahi ettirmeden hızla kapıya yöneldim. Dışarı adımımı attığımda sanki bir yamyamın saldırısından kendimi kurtarmışım gibi bir ferahlık duydum. Cadde yanan lambalarla ışıl ışıl, dolaşan insanlarla cıvıl cıvıldı…