İlhan Ateş
İlhan Ateş
E-Posta: ilhanates@olay.com.tr YAZARIN TÜM YAZILARI

Değişen hayatlar

Köşe Yazısını Dinle

1985 yılında geldiğim Bursa’da ilk beş altı yıl yolum düştükçe Ulu Caminin batı cephesindeki nargileli kahvenin açık bölümünde oturur, bir yandan kitap okur, öte yandan çay içer, gelen geçenleri seyrederdim. İnsanların kıyafetleri, tipleri, yürüyüşleri, meslekleri hakkında kafamda bazı düşünceler oluşur, bir süre onlarla oyalanırdım. Önümdeki kaldırım deyim yerindeyse bir “tiyatro sahnesi” gibiydi. O sahnede bir gün de bazı kişilere selam vere vere yürüyen Levent Kırca’yı gördüm. Onu tanımasam hareketlerini biraz tuhaf bulabilirdim. Ama büyük sanatçılar için her yer bir sahnedir, konuşmaları, jestleri ve mimikleriyle bir anda dikkatleri üzerlerine çekerler…

Zaman içinde kahvenin birçok müşterisiyle de göz aşinalığım oluştu. Bunlardan biri uzun yüzlü, gümüşi saçları ortadan ikiye ayrılmış, kamburunu çıkararak yürüyen, çoğunlukla açık kahverengi takım elbise giyen, geniş yakalı gömleğine kravat takmayı hiç ihmal etmeyen yaşlı bir adamdı. Aslında “genç yaşlı bulamacı bir adam” demek daha doğru olurdu çünkü hamamdan yeni çıkmışcasına kızarık yanakları ve bir çocuk saflığını çağrıştıran gözleriyle insana hemen yabancıların “iki yaşı olan insan” sözünü hatırlatırdı. Hareketlerindeki yumuşaklık ve konuşması da “güngörmüş biri” izlenimi uyandırırdı. Yanında daima birkaç kişi oturur, onu dikkat ve saygıyla dinlerlerdi. Tek başına olsaydı bu adam belki çok da ilgimi çekmeyebilirdi ama oğlu ile birlikte olunca onlara ilgisiz kalamadım. Dahası babadan çok oğlu ilgimi çekerdi…

Şişman ve kalıplı, başı tepede tamamen kelleşmiş, sıcak havalarda bile kravatsız takım elbise giyen, yaşı otuzların ortasındaki oğul iyi bir voltacıydı, başat özelliği buydu. Babası orada olsun olmasın belirli bir güzergahta voltasını atar, ben de merak ve soru dolu bakışlarla onu izlerdim. Voltacı turlarını genelde iki devrede tamamlardı. Birinci devre on-on bir tur atar, tura Ulu Caminin kahveye bakan köşesinde başlar, İş ve İşçi Bulma Kurumu önüne kadar gider, oradan geri dönerdi. Başta yavaş olan temponun giderek yükseldiği bu gidiş dönüş aşağı yukarı yüz elli metreydi. Önünde yürüyen birkaç kişi yolu kapayıp voltasını keserse dudaklarını ısırır, kendini kontrol etmeye çalışır ama o anda yüzünde beliren sıkıntıyı gizleyemezdi. Voltacı genellikle içe dönüktü, çevreyle ilgilenmezdi ama bazı günlerde tersine çevresiyle ilgileneceği tutardı. O günlerde örneğin “Bu da ne?” dercesine bir polis edası takınarak bir taksiden paketler indiren bir yolcuya bakar veya kovuğuna tükürdüğü bir ağacın köküne bir şey keşfetmek istercesine gözlerini dikerdi. Bazen de kahvede oturanlara kaçamak bakışlar atardı. Hiç ihmal etmediği şeyse her turda babasına bakmaktı. Elindeki gazeteye dalmış baba onu ancak bir iki kez görür, “Ne yapıyor bu Allah aşkına ya?” diyen bir edayla bakışlarını üç beş saniye oğluna çevirirdi…

On bir tur yaptıktan sonra voltacı gelir babasının yanına otururdu. Çaprazımda kalan baba oğula yan gözle bakmaya çalışırdım. Voltacının terlemiş ama rahatlamış yüzünü ve gözlerinin ara sıra bir noktaya takılıp kalmışlığını farkederdim çoğunlukla. Babası ​“Acele yürüme, yavaş yürü!” derdi hep. Voltacı bu uyarıdan hoşlanmaz, “Hadi canım sen de!” diyen mimiklerle bir şeyler mırıldanırdı. Çayını içtikten sonra kalkar, ikinci devre turlarına başlardı. Bu turlardaki yürüyüşü bende yalpa vura vura, dalgaları yara yara giden bir gemi imgesi uyandırırdı. İkinci devre turlarında ellerini çok çalıştırır, yüzünü siler, çenesini kaşır, mendille kuruluyormuş gibi ellerini ensesinde gezdirirdi. Uzun uzun esnediği anlarda hiç eliyle ağzını kapama gereği duymazdı, o anlardaki görüntüsü bana bir Metro Goldwyn Mayer yapımı filmin başlangıcındaki kükreyen aslanı hatırlatırdı. Voltacı on turu tamamlayınca babasının yanına gider, bir çay daha içtikten sonra kalkarlar, daima Kapalı Çarşı yönüne doğru giderlerdi…

Bir gün kahvenin yıllanmış garsonu Orhan Gencel’e sordum: “Kim bunlar, tanıyor musun?”
“Tanımaz olur muyum? O adam tanınmış bir avukattı, şimdi bıraktı avukatlığı. Oğlu böyle yürür durur, yürümek iyi geliyor ona, yürüdükçe rahatlıyor” dedi.

Bir başka gün babanın yanındakilere onu işaret ederek anlattıklarına bölük pörçük kulak misafiri oldum: “İktisat Fakültesini birincilikle bitirdi… Bursalı iyi bir aile kızıyla evlendi… Boşandı… Bunalım geçirdi… Öldüğümde buna kim bakacak?..”
Bunları duyunca uzun uzun düşündüm. Kimse çocukları için garantili cümleler kurmasın, etiketleme yapmasın. Çok iyi giden, büyük umutlar beslenen bir çocuk aynı doğrultuda gidebildiği gibi kötü bir alışkanlık, kötü bir rahatsızlık, kötü bir olay sonucu bambaşka bir hayatın içine de düşebilir. İşte voltacıda işler önce iyi gitmiş ama sonra hayatı değişmiş. Tersine durumlar da geçerli, önceleri bir ümit uyandırmayan, kötü etiketlenen bazı kişiler daha sonra iyiye doğru çıkışlar yapabiliyorlar. Bir başka deyişle hayat bir ırmak gibi. Aynı yerde kalmıyor hiçbir şey, hep bir akış, hep bir geçiş var, iyiden daha iyiye, iyiden kötüye veya kötüden daha kötüye, kötüden iyiye gibi…

O günlerden bugüne otuz beş yılı aşkın bir zaman geçti. Baba çoktan ölmüştür ama bilmiyorum oğul ne yapıyordur?..

 

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X