Bu hafta Çanakkale Zaferi’nin 110. yıldönümünü kutluyoruz. Çanakkale Savaşları deniz ve kara savaşı olarak iki evreden geçti. İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan donanma Şubat 1915’de saldırılara başladı, en güçlü saldırısını da 18 Mart 1915’te yaptı ancak donanmaları ağır kayıplara uğradı ve deniz harekatından vazgeçtiler. Bu kez İngiliz ve Fransız kuvvetleri İstanbul’a ulaşmak için 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’nın güneyinde beş noktada karaya çıkarıldı ama Gelibolu Yarımadası’nı işgalde başarılı olamadılar. 9 Ağustos’da Kurmay Albay Mustafa Kemal önce Birinci Anafartalar Muharebesinde karşı taarruza geçmiş, daha sonra da İkinci Anafartalar Muharebesinde düşman kuvvetlerine ilerleme şansı vermemiştir. Sonunda İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri 1915 yılı Aralık ayında Gelibolu Yarımadası’ndan askerlerini çekmiştir. Bizim ve onların asker kaybı birbirine yakındır. İki taraf da 250 bin asker kaybetmiştir.
Mustafa Kemal’in Anafartalar Muharebelerinde askerlerine “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” sözleri unutulmazdır. Yine onun Anzak askerlerinin mezarları başındaki yazılı hitabesi de son derece duygu yüklüdür: “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuştur.”
1993 yılında Çanakkale Zaferi’nin 78. yıldönümü kutlamaları için Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nde bir tören düzenlenmiş, törene birçok okul davet edilmiş, biz de Çelebi Mehmet Lisesi’ni temsilen üç öğretmen ve yirmi öğrenciyle törende hazır bulunmuştuk. Açış konuşmasını yapan okul komutanı İsmet Görgülü’den sonra kürsüye emekli askerî ateşe ve büyükelçi Baha Vefa Karatay gelmişti. Şair de olan yetmiş üç yaşındaki Karatay kürsüye gelirken herkeste zorlukla yürüyormuş ve her an düşecekmiş gibi bir izlenim uyandırmıştı. Konuşmasına başladığındaysa sesi titriyordu. Yarım saat süren konuşmasında anlattıkları şunlardı:
“Çanakkale Savaşlarının yapıldığı dar alanda bir metre kareye beş buçuk litre kan döküldüğü saptanmıştır, bu nedenle oradaki tepelerden çoğunun adı ‘Kanlı…’ diye başlar. Bu kan gölüyle ilgili olarak benim ‘Hâşâ, Çanakkale’ye ayak basmadım!’ şeklinde giriş yaptığım bir şiirim vardır. Türkiye’nin Irak Büyükelçiliğini yaparken oradan alınıp yeni açılan Avustralya Büyükelçiliği’ne atanmamda en büyük etken Çanakkale Zaferi’ne gösterdiğim büyük ilgi olmuştur.
Daha orada yeniyken bir gün mektup atmak için postahaneye gitmiştim. Zarfta Ankara adını gören postacı:
‘Ankara nerede’ diye sordu.
‘Türkiye’de’ dedim. Postacı bu kez:
‘Türkiye nerede peki?’ diye sordu. Bu sorular karşısında biraz bozuldum ama renk vermemeye çalışarak açıklamalar yaptım. Postacı devamla:
‘Ha, Gallipoli (Gelibolu) desene ona! Gallipoli’nin balığı yine güzel mi? Mehtabı da çok güzel olurmuş Gallipoli’nin, öyle mi?’ gibi soruları peş peşe sorunca bu defa bozulmadım ama şaşırdım. O ruh hali içinde:
‘Türkiye’nin nerede olduğunu bilmiyorsun ama maşallah Gallipoli’nin her şeyinden haberdarsın. Nasıl oluyor bu?’ diye sordum. Postacı:
‘Benim dayım Gallipoli’de çarpışmış, Mustafa Kemal diye bir albay varmış, dayım ondan çok bahsederdi. Ne oldu Mustafa Kemal’e?’ diye sordu.
Ben de her şeyi anlattım. Fakat adam pek de şaşırmış görünmedi, ağzından övgü dolu sözler çıkmadı. Ben biraz bozulmuş bir şekilde:
‘Mehtabı, balığı sordun, o konuda anlattıklarım seni Mustafa Kemal hakkında anlattıklarımdan daha fazla ilgilendirdi!’ dedim. Postacı:
‘Şaşırmadım, çünkü dayım onu o kadar çok anlatmıştı ki Mustafa Kemal’in öyle başarılara imza atacağını biliyordum’ dedi.
Bir gün de yemekli bir toplantı dolayısıyla bir salondaydık. Masada otururken elçilikten bir görevli iki Anzaklı’nın benimle görüşmek istediğini söyledi. ‘Tamam, görüşelim’ dedim. Az sonra seksen yaşlarında ak saçlı iki yaşlı adam geldi. Ben ‘Acaba ne diyecekler?’ diye düşünürken biri ‘İzin verin, elinizi öpmek istiyorum,’ diyerek elimi tutmaya çalıştı. Tabii, bu durum çok tuhafıma gitti. ‘Seksen yaşındaki biri nasıl olur da elli yaşlarında birinin elini öpmeye kalkar? Bu ne iştir?’ diye düşündüm. O şaşkınlıkla:
‘Niye elimi öpmek istiyorsunuz?’ diye sordum.
‘Şimdi anlatacağım’ dedi yaşlı adam ve otuz-kırk kadar ailenin olduğu salonda sessizliği sağlamak için önündeki masaya birkaç defa vurdu. Konuşmalar yavaş yavaş kesildi. Bende olduğu gibi salondakilerin yüzlerinde de soru dolu bakışlar belirdi. Yaşlı adam:
‘Sizlerin birkaç dakikasını alacağım için çok özür diliyorum. Elli üç yıldır yapmak isteyip de yapamadığım bir şeyi yapma fırsatı sonunda önüme geldi. Ben 1915’de bir Anzaklı olarak Gallipoli’de Türklere karşı savaştım. Dar bir alanda birbirimize çok yakın bir şekilde haftalar boyu savaştık. İnsan düşmanından nefret eder, değil mi? Çoğunlukla öyledir ama ben vatanlarını kahramanca savunan o askerleri gördükten sonra onlardan nefret etmedim, aksine onlara hayranlık duydum. O nedenle 9 Ocak 1916 gecesi apar topar Gallipoli’den vapurla ayrılırken kendi kendime ülkeme döndükten sonra göreceğim ilk Türk askerinin elini öpme sözü vermiştim. Ama aradan geçen elli üç yılda ne yazık ki bir Türk askeri göremedim ve haliyle sözümü yerine getiremedim. Ve içimde hep bu sözü yerine getirememenin verdiği bir eksiklik hissi kaldı. Burada Türkiye Büyükelçiliğinin açıldığını ve büyükelçinin de emekli bir asker olduğunu öğrendikten sonra içim içime sığmaz oldu. Böyle bir toplantının olacağını duyunca başkalarının da bu olaya şahit olması için buraya geldim. Hiç tuhaf karşılamayın, ben şimdi elçinin elini öpeceğim ve elli üç yıl önce verilmiş sözümü yerine getireceğim,’ dedi ve karşı koymama rağmen elimi öptü. Ben de sarıldım ona, o vaziyette kaldık bir süre, gözlerimden yaşlar akarken masadakiler ayağa kalktılar ve bizi dakikalarca alkışladılar…”
Baha Vefa Karatay konuşmasını bitirip kürsüden inerken baştaki düşecekmiş gibi titrek hali yoktu, aksine yetmiş üç yaşında biri olarak geldiği kürsüden şimdi sanki elli üç yaşında bir olarak iniyordu ve alkışlar bir türlü bitmek bilmiyordu…