19-23 Nisan arasında otobüsle dört günlük bir Bulgaristan-Romanya gezisine katıldım. İki gün Bulgaristan’da, iki gün de Romanya’da geçti. Bulgaristan’da Tırnova, Rusçuk, Varna, Nessebar ve Burgas; Romanya’da Bükreş, Sinaia, Bran ve Braşov’u gezdik. İzlenimlerime gelince:
Genel bilgiler: 6.5 milyon nüfuslu Bulgaristan’da kişi başına gelir 16 bin dolar, 19.5 milyon nüfuslu Romanya’daysa 18 bin dolar. İki ülke de Avrupa Birliği üyesi, ortak para birimi Euro ama iki ülkede de günlük hayatta Euro kullanılmıyor, kendi paralarını kullanıyorlar. Bu nedenle bir yabancı alışverişini çoğunlukla kredi kartı veya Euro’yu yerel paraya (leva-ley) çevirerek yapmak zorunda. Romanya Bulgaristan’dan daha pahalı. İki ülke de çok yeşil, adeta bir orman denizi içindeler. Bulgaristan’da olduğu gibi Romanya’da da ormanlarda çam ağacı neredeyse yoktu, hep akasya türü açık yeşilin hakim olduğu başka ağaçlar vardı. Belki çam ağaçları olmadığı için oralarda yazları pek orman yangınları olmuyordur denebilir mi bilmiyorum. Göz önünde uzayıp giden sarı kanola tarlaları da az dikkatimizi çekmedi. Daçia Romanya’nın eski adı, Daçia arabalar da Romen yapımı. Romanya ve özellikle Bükreş’in Bulgaristan’dan yüzde otuz oranında daha pahalı olduğu söylendi…
Rehberler: Bulgaristan’da bize Türk asıllı Sevda Dukiantzi, Romanya’daysa İldihan Omer rehberlik yaptı.
Sevda Dukiantzi Türkçeyi iyi konuşuyor, yeri geldiğinde rahatlıkla Bulgar göçmenlerinden duymaya alıştığımız şiveli konuşmaya geçiş yapıyordu. “Türkçeniz mi daha iyi yoksa Bulgarcanız mı? Kendinize kaç puan verirdiniz yüz üzerinden?” diye sorduğumda “Türkçeme 95, Bulgarcama 80 veririm” dedi. Romanya rehberi İldihan Ömer’in Türkçesi Sevda Dukiantzi’ninki kadar iyi değildi ama yine de meramını gayet güzel anlatıyor, kelime sıkıntısı çekmiyordu. Yalnız bazı kelimelerin sonundaki “ı”yı kullanmıyor, örneğin “cumhurbaşkan Çavuşevsku…bazılar gider…bazılar gelir…dikkatim çekiyor” diyordu, bazen de aksine fazladan sonek kullanıyordu, mesela “lüks” yerine “lükslü”, “o dönemde” yerine “o döneminde” diyordu. Sık sık komünist dönem ile demokrasiye geçildikten sonraki dönem arasında karşılaştırmalar yaptı, bazen birini bazen öbürünü üste çıkardı. Sevda Dukiantzi Bulgaristan’da kafe ve lokantalarda servisin yavaş olduğunu, beklemeye alışmak gerektiğini söylemişti. Romanya’da Ildihan Omer daha ileri gitti, “Bükreş’te servis yavaş değil, çok yavaş!” dedi…
Bulgaristan şehirleri: 70 bin nüfuslu Veliko Tırnova Bulgaristan’ın eski başkenti, yeşillikler içinde, etrafı dağlarla çevrili, ortasından bir ırmak geçen, tarihi dokunun iyi korunduğu bir şehir. Tsarevets Kalesi turistlerin ilgi odağıydı. Müzenin karşısındaki kliseye girdiğimizde vaftiz edilecek bir çocuk için hazırlık yapılıyordu.
178 bin nüfuslu Rusçuk, Romanya sınırında. Suyu bol, geniş Tuna nehri şehrin hemen yanından geçiyor, zaten nehir üstündeki köprünün bir yanı Bulgaristan, öbür yanı Romanya, sınır böyle. Rusçuk merkezde çok yüksek bir kaide üstündeki heykel göz alıcıydı. Şehir estetik yönden güzel ama 178 bin nüfusa karşın herkeste “sessiz, heyecansız, emekliler için iyi bir yer” izlenimi uyandırdı.
Karadeniz kıyısındaki 335 bin nüfuslu Varna ise ülkenin üçüncü büyük şehri ve en büyük limanı. Kubbeleri altın kaplama katedral insanda hemen bir yandan zenginlik öte yandan bakmadan geçilmeyen güzel bir manzara imajı uyandırıyordu. Nazım Hikmet’in Varna’ya her geldiğinde kaldığı otel denize sıfırdı ama görüntüsü biraz bakımsızdı…
Romanya şehirleri: 4 milyon nüfuslu Bükreş etrafında dağ, tepe olmayan, düzlükte kurulu, içinden bir çok ırmağın geçtiği, yeşillikler içinde, caddeleri geniş, ferah bir başkent. Sovyetler Birliğinin etkisi altındaki komünist dönemde yapılan çok katlı bloklar yan yana, epey bir alan kaplamış. Atatürk büstü de var Bükreş’te. Atatürk büstüyle Çavuşevsku’nun yaptırdığı ama şimdi başka amaçlarla kullanılan devasa saray, Kral 1.Carol’un at üstündeki heykeli ve bir kavşakta yüksek bir kaide üstünde ellerini yana açmış İsa heykeli en çok fotoğraf çekilen yerler oldu.
Tepeleri karlı yüksek Karpat dağlarının eteğinde, her tarafı orman bir vadide kurulu 14 bin nüfuslu Sinaia insana “işte burası bir ortaçağ kasabası” dedirtiyor ve tarihi dokuyu korumanın güzel bir örneğini gözlere sunuyordu. Sinaia’da kral 1.Carol’un yazlık sarayı (Peles Şatosu) çeşitli işlevlere sahip odalarıyla ihtişamlıydı. Silah koleksiyonunun sergilendiği oda ilgi devşirmede başı çekti…
Transilvanya bölgesindeki Bran, Kazıklı Voyvoda veya Drakula diye adlandırılan şatosuyla ünlü. Şatonun içinde gerçi pek bir şey yok, ama oraya varana kadarki dik yokuşu çıkmak, sonra şatonun dar merdivenlerinden en üste tırmanmak ve diğer taraftan inmek iyi bir spor ve eksersiz yerine geçti.
Sinaia gibi ortaçağ özelliğini koruyan bir başka şehir de Braşov. 253 bin nüfuslu Braşov’un merkezdeki geniş meydanı güzel bir toplanma, yeme içme alanıydı. Arkasını dayadığı Braşov yazılı tepe diğer yerlerde olduğu gibi silme ormandı…
Anekdotlar: Güler Yılmaz ve Zeynep Çayır ile on yıldan fazladır “Gezmece Görmece Grubu” adı altında turlar düzenleyen Fahriye Çelik’e “Sizin çok gezi anılarınız vardır, birini anlatsana!” dedim. “Çok var ama en ilginçlerden biri Prag’da bir rehberin bana anlattığıydı. Bir turda mola veriliyor. Mola sonunda kimseden ‘Şu yok, bu gelmedi!’ diye bir ses çıkmayınca yola devam ediliyor. Ama bir süre sonra rehber ikili koltuklarda sadece bir kişinin oturduğunu görünce o koltuğa yöneliyor. Bir kadın cama dayanmış dışarı bakıyor. Rehber ‘Yanınızdaki yok!’ deyince cama dayanmış kadın duruşunu hiç bozmadan haykırarak ‘Bana o çantayı almadı!’ demiş. Yani kocasına kızmış kadın, intikamını da böyle almış!..”
Rehber Sevda Dukiantzi çocukluk ve ortaokul yıllarını Deliorman bölgesinde bir köyde geçirmiş. “Ortaokuldayken köyümüzde bir diskotek açılmıştı. Dört beş yaşındaki kuzenime ‘diskoteke gittiğimi babama sakın söyleme!’ diye çok uyardığım halde o bunu ağzından kaçırınca babam bana esaslı bir şamar atmıştı, o şamarı hiç unutamam… İnsanların isimlerini değiştirmek çok kötü. 1980’lerde Bulgar rejimi bizlere yeni bir isim almamızı şart koşmuştu. Elimize bir Bulgar isimleri kitapçığı verdiler, isim seçmemizi istediler. Ben Sevda’ya yakın diye Sema ismini seçmiştim. Ertesi gün okula gittiğimde 21 kişilik sınıfta 18 kişinin adı Sema idi, hoşuma gitmedi, hemen gittim kendime yeni bir isim seçtim, onu da beğenmedim, başka bir isme geçtim, çok inciticiydi bu… Bulgarlar, tabii ki hepsi değil, havaya küfrederler, mesela hava fırtınalıdır veya çok soğuktur değil mi, ‘Senin gibi havanın …’ diye başlayıp cinsellik içeren bir sonla havaya küfrederler,” diye aralıklarla anekdotlar anlattı. Şive değiştirerek, sesinin volümünü alçaltıp yükselterek anlattıkları keyifliydi…
Kişisel: Üniversite sınıf arkadaşlarımızla on yıl önce otobüsle Yunanistan’a gitmiştik. Bulgaristan-Romanya gezisi otobüsle ikinci gezim oldu. Bu ikisi arasında yurt dışına yaptığım gezileri dil bildiğim için kendim düzenlemiştim. Kendi başına gezmek için iyi hazırlık yapmak, her şeyi düşünmek, planlamak gerekiyor. Bir tur gezisindeki kadar çok yer görülmüyor ama az sayıdaki yerde halkın içine katılınıyor, toplu taşıma araçları kullanılıyor, sorun çıktığında çeşitli kişilerle konuşuluyor, önceden yer ayırtılmışsa örneğin New York Broadway’de bir müzikal seyredilebiliyor, birçok müzede saatler geçirilebiliyor. Gidilen ülkenin hali bu tür tekli gezilerde daha iyi anlaşılıyor. Bunlar tek başına gezi yapmanın iyi tarafları. Ama tek yapılan gezilerde hatalar, yanlışlar da az olmuyor. Söz konusu hatalar öngörülemeyen maddi zararlar da getirebiliyor. Bu tür maddi zararları Münih, Paris ve Boston’da yaşadım. Bulgaristan-Romanya tur gezisi bu yönden hata riski çok az olan bir geziydi. Her şey önceden ayarlandığından sadece rehberin uyarılarına uymak yetiyordu. Ama kendi başıma davrandığım tek olayda biraz sıkıntı yaşadım. Varna’da oldu bu sıkıntılı durum. Rehberimiz Sevda Dukiantzi kalkan balığı yemek isteyenlere deniz kenarında bir iki yer, balık dışında yemek isteyenlere de Happy Restaurant’ı tavsiye etti. “Lokantaya taksiyle de gidebilirsiniz yürüyerek de, 10-12 dakika sürüyor!” deyince uzun süre otobüste oturmaktan uyuşmuş ayaklarımı çalıştırmak için otelden oraya yürüyerek gidip gelmeye karar verdim. Başladım yürümeye ama girip çıktığım sokaklar bir türlü beni Happy Restaurant’a götürmüyordu. Dönme dolapları görünce Lunapark’ın olduğu yere kadar yürümüş olduğumu anladım. 50 dakika yürüyerek merkezden uzaklaşmışım, iyi mi! Döndüm gerisin geri, aralıklarla dört kişiye Happy Restaurant’a nasıl gidileceğini sordum. Biri dışında üçü İngilizce yol tarifi yaptı ama o tarifler de bir işe yaramadı, 75 dakika geçmiş, hala Happy Restaurant’a ulaşamamıştım. Açtım ve yürüyecek halim kalmamıştı. Saatime baktım, 22.00 olmak üzereydi. “Bu saatten sonra bir şey yenmez!” diyerek bir taksiye atladım, otele döndüm. Ertesi sabah bir arkadaşa “Kalkan yediniz mi, nasıldı?” diye sordum. Arkadaş “Hem balık hem de servis çok güzeldi,” dedi sonra “Siz ne yaptınız?” diye sordu. Gerçeği açıklarsam bu yayılabilir, beni makaraya alırlar endişesiyle “Bir İngiliz’le karşılaştım, onunla sohbet ettik, sonra pizza yedik!” dedim. “Ne güzel!” dedi arkadaş…