Erzincan’da doğan, 1990’da elli dokuz yaşında İstanbul’da ölen Cemal Süreya Türk şiirinde “ikinci yeni” diye adlandırılan akımın Turgut Uyar, Edip Cansever, Sezai Karakoç, İlhan Berk gibi öncü şairlerinden biridir. Annesi yirmi üç yaşında öldüğünde Perihan ve Ayten isimli iki kızkardeşi olan Cemal Süreya sadece yedi yaşındadır. Babanın yaptığı ikinci evlilik çocuklar, özellikle de iki kız kardeş için kabus dolu günlerin başlaması anlamına gelir. Cemal Süreya’nın “deli” diye nitelediği üvey annesi Esma kızlara resmen işkence eder, onları saçlarından tutup kuyuya sarkıtır, edep yerlerine zarar verecek eziyetler yapar. Cemal Süreya çareyi gizlice parasız yatılı sınavına girmekte bulur, önce Bilecik Ortaokulu’nda sonra yine yatılı olarak Haydarpaşa Lisesi’nde okur, üvey annenin gazabından kurtulur. “Ben oradan, o evden kaçtım ama kardeşlerimin derdi hep içimdeydi !” der. Kız kardeşi Perihan Bakır insanı dehşete düşüren o eziyetleri yıllar sonra “Size Nefesimi Bırakıyorum” adlı kitabında anlatır…
Cemal Süreya Ankara Siyasal Bilgiler’in Maliye ve İktisat bölümünden mezun olduktan sonra maliye müfettişliği, Darphane müdürlüğü yapar, Papirüs adlı bir şiir dergisi çıkarır. İkinci evliliğinden oğlu Memo Emrah aşırı kilolu, bir işte çalışmayan, tuhaf giyinen, silah kullanan, kavgalara karışan biridir ve babaya çok tepkilidir. Cemal Süreya oğluyla ciddi sorunlar yaşar, ölümünden birkaç gün önce de oğlundan fizikî şiddet gördüğü söylenir.
Ölümünden on bir gün sonra yani 20 Ocak 1990 Cumartesi günü Kadıköy Gençlik Kitabevi’nde Cemal Süreya için bir sohbet ve anma toplantısı yapıldı. Ben de o toplantıya katılanlardan biriydim. Çoğunluğu kadın-kız altmış dinleyicinin izlediği, Tanju Cılızoğlu’nun yönettiği toplantıdaki konuşmacılar Hilmi Yavuz, Melisa Gürpınar ve Şule Perinçek idi.
Saçları ve bıyıkları iyice grileşmiş şair ve felsefeci Hilmi Yavuz’un üstünde açık kahverengi boğazlı bir kazak ve soluk yeşil kadife bir pantolon vardı. Gözlüklerinin altından muzipçe bakan gözleri insanda bazen bir çocuk safiyeti, bazen de demlenen bir çay imgesi uyandırıyordu. “Bana sorarsanız eğer,” ifadesini sık kullanan Hilmi Yavuz diğer konuşmacıları dinlerken sandalyesinde geriye kaykılıyor ve sağ eliyle sürekli ağzını ve bıyığını sıvazlıyordu :
”Garip akımının cılkının çıktığını herkes görüyor ama kimse yeni bir şey getiremiyordu. Cemal Süreya’nın Haziran 1954’te yayınlanan ‘Gül’ şiiri ve ‘Folklor şiire düşmandır’ başlıklı yazısı Orhan Veli bayağılığına karşı açılmış bir bayraktı. Bize Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı sevdiren de Cemal Süreya’dır. Derviş gibi bir insandı ama çevresine girmeniz için önce onun koyduğu barikatı aşmanız gerekirdi, yani o barikat bir çeşit sınavdı. Bu yönüyle seçmeci bir insandı. Kendi kendine öğrendiği Fransızca’sıyla çeşitli tercümeler yaptı ama kitaptan öğrendiği için tek kelime Fransızca konuşamazdı,” dedi Hilmi Yavuz.
Kahverengi hırkası, açık kahverengi eteği ve bej ipek gömleğiyle gayet şık bir görüntü veren şişman, sarı saçlı ve büyük burunlu şair, yazar Melisa Gürpınar sevimli bir kadındı :
“Cemal Süreya övülmekten hoşlanmazdı, kendini gölgede tutardı. Bütün has şairler gibi az yazardı. Düzyazıları da şiirleri kadar güzeldi. Az yazdığından mıdır nedir her yazısı önemliydi. Yalnız üç hafta önce beni şaşırtan bir şey yaptı. Behçet Necatigil Anma Toplantısı’ndaki konuşmasının dörtte biri Behçet Hoca, dörtte üçü ise kendi hayatı ve şiirleri üstüneydi. Toplantıdan sonra ona hayretle ‘Abi, niye böyle yaptın ?’ diye sorduğumda bir süre bana baktı, bir şey söylemeden ayrıldı. Bakışlarından sanki ‘Ona o kadar yeter, ben öyle uygun gördüm !’ diyen bir anlam çıkardım.”
Üçüncü konuşmacı Şule Perinçek’in yüzü hayatta çok çile ve ıstırap çekmiş insanların yüzüne benziyordu. Şule Perinçek’in konuşması Hilmi Yavuz ve Melisa Gürpınar’ınki gibi süslü ve akıcı değildi ; kesik kesik konuşuyordu, bununla beraber uyandırdığı etki onlarınkinden az değildi :
“Masalarımız ‘İki Bine Doğru’ dergisinde yan yanaydı. Yakından tanıyıp da hayal kırıklığına uğramadığım ender aydınlardan biriydi. Ona olan hayranlığım her geçen gün biraz daha artmıştı. Öldüğünü öğrendiğim an bana Türkiye’deki aydınların yarısı ölmüş gibi geldi. ‘Portreler’ başlığı altında yazdıklarını kitap haline getireceğiz. Paraya önem vermezdi, hatta ‘Altından bir şey çıkar !’ diye paralı işlerden korkardı. Yazarlığı full-time, maliyeciliği ise part-time yapardı. Dikili tek bir ağacı yoktu. Papirüs dergisini çıkarabilmek için tek lüksü olan arabasını satmıştı. Oysa para kazanabilecek imkanları olmamış değildi.”
Tanju Cılızoğlu yana taralı grileşmiş saçları, siyah kalın çerçeveli gözlükleri ve etkileyici ses tonuyla ilginç bir görüntü veriyordu. Toplantıyı güzel bir şekilde yönetmekle kalmadı, anlamlı ve esprili sözler de söyledi :
“Hayatta herkes bir şeyler biriktiriyor. Ya para, mal mülk biriktiriyorsunuz, ya da kültür. Yani çoğunlukla iki şey bir arada olmuyor. Cemal Süreya ikincilerdendi, o bir şiir zengini olarak öldü. Bu bir seçim meselesi. Malı mülkü paraya vurabilirsiniz ama Cemal Süreya’dan geriye kalanları paraya vurabilir misiniz ? Ben onun ‘masa dışı’ arkadaşlarından biriydim. Hiç içki içmediğim için ben ‘masadakiler’ tarafından sevilmem. Bir gün espri olsun diye ona ‘Benim de portremi yazsana !’dedim. ‘Ne yazayım ? Yazarsam Tanju içki bile içmeyen biri derim !’ diye gülmüştü bana.”
Bu konuşmaları daha sonra bir kadının Cemal Süreya’dan üç şiir okuması ile bir genç kızın şairin kendi sesinden iki şiirini dinletmesi izledi. Ardından Adnan adlı kırk yaşlarında yakışıklı bir adam onunla ilgili anılarını anlattı :
“Ben Cemal Süreya’nın Maliye’den arkadaşıyım. O Mülkiye’de dört grup olduğunu söylerdi. Maliyeciler avcı köpekleriydi, diplomatlar süs köpekleri, işletmeciler çoban köpekleri, kendisinin de içinde olduğunu söylediği dördüncü grup ise sokak köpekleriydi. Ben de şiir yazardım. Bir gün ona şiirlerimi gösterdim. Bana ‘Adnan, sen entellektüel bir çocuksun ama senin maliyen şiirlerinden daha iyi,’ dedi. Ondan sonra hiç şiir yazmadım. O şimdiye kadar tanıdığım en süzme insandı ; aysberg gibiydi, görünmeyen kısmı görünen kısmından çok daha fazlaydı. Yazdıklarının on katını yazacak bir birikime, bir derinliğe sahipti. Bu nedenle hep ‘Niye az yazdı ki ?’ diye düşünürüm.”
Kılık kıyafeti 1980 öncesindeki Cem Karaca’ya benzeyen Halil İbrahim Bahar adlı bir doktorun bozuk bir aksanla söyledikleriyse şunlardı :
“Son altı aydır içkiyi biraz fazla kaçırıyordu. Hele ölümünden bir gün önce sanki yere basmadan yürüyor gibiydi.”
Bir dinleyicinin “En son şiirlerinden biri olan ‘Üstü kalsın’ Tanrı’ya bir isyan mıdır yoksa ona bir baş eğme midir ?” sorusuna Hilmi Yavuz pek de aklımda kalmayan bir yanıt verdi.
Toplantıda sıcak bir hava ortaya çıkmıştı, o derece ki bir ara ağzımda nefis bir baklava tadı varmış gibi hissettim. Sonlara doğru bu tatlı havayı az buçuk bozan Cemal Süreya’nın kardeşi ile kız yeğeninin Şule Perinçek’i sitemkar bir şekilde sorgulamaları oldu :
“Arşiv yapacağız diye niye Cemal Süreya’nın kitaplarını alelacele topladınız ? Oysa ben size telefonda acele etmemenizi söylemiştim. Daha yedisi dolmadan kardeşimin kitaplarının götürüldüğünü gördüğüm an yıkıldım, Cemal Süreya benim için o zaman öldü. ‘İki Bine Doğru’ dergisi kapanırsa bu arşiv kime kalacak ?”
“Acele etmeseydik kitaplar bir işportacıya satılacaktı. Bu durum bizi çok üzerdi, ondan korktuk,” diye yanıt verdi Şule Perinçek sakin bir şekilde ama bu sözler ne şairin kardeşini ne de yeğenini tatmin etti…
Toplantı bitiminde salon boşalırken herkes hüzün, hayranlık ve şiirsellik karışımı duyguların etkisi altındaydı…