Bin dokuz yüz doksan iki yılında İlksan’ın otomobil kampanyasına girmiştim. Bir buçuk yıl sonra doksan üç Ekim ayında sıram geldi. Daha yeni ehliyet almış biri olarak arabayı kendim Ankara’dan Bursa’ya getiremezdim, bu nedenle iyi bir sürücü olan elektrikçi komşuma rica ettim, dükkanı babasına bıraktı, birlikte otobüsle yola çıktık. Altı saat sonra Ankara’daydık. “Öğleden sonra arabayı alıp Bursa’ya döneriz,” diye düşünmüştüm ama İlksan’da işlemler bitmedi, dönemedik. Geceyi Ulus’ta bir otelde geçirdik.
Sabah tekrar İlksan’ a gitmeden önce aynaya baktığımızda uzayan sakallarımız bizi rahatsız etti. Aynı gün döneriz düşüncesiyle traş makinelerimizi getirmemiştik, bu nedenle önce bir traş olmaya karar verdik. Tarihî bir binada hizmet veren Ziraat Bankasının yanından yukarı doğru yürüdük, bir berber dükkanı aramaya başladık. Çeşitli sokaklara girdik çıktık ama ne hikmetse hiçbirinde bir berber dükkanı yoktu. Yılmadık, aramaya devam ettik, sonunda Ulus’un kaleye bakan taraflarında camları kırık bir berber dükkanı bulduk. Geniş bir zamanda olsa öyle bir dükkana kesinlikle girmezdik ama zamanımız dardı, tek derdimiz bir an önce traş olup İlksan’ın yolunu tutmaktı.
Dükkana girdiğimizde içerde derin bir sessizlik vardı. Selam verip boş sandalyelere oturduk. Köşede şık giyimli bir müşteri oturmuş sırasını bekliyordu. Gerçi dükkanı gözümüz tutmamıştı ama sabahın bu erken saatinde iki koltuk da doluydu. Saç traşı yapan berber otuz yaşlarında zayıf, sarışın biriydi. Sakal traşı yapan kalfaysa yirmi beş yaşlarında tıknaz, kara ve ilk bakışta insanda “sanki daha dün dağdan inmiş !” imajı uyandıran biriydi. Berberin, makas ve tarağı birlikte kullanarak kestiği saçlar müşterinin önlüğüne düşüyor, makas sesi içerdeki sessizliği bozuyordu. Berber bir ara durdu, oturmakta olan şık giyimli adama bakarak konuşmaya başladı :
“Dün öğleden sonra bahsettiğim kişi dükkana geldi, bana sataştı. Baktım sarhoş, zıt gitmeyeyim dedim, alttan aldım. Fakat sanki onu tahrik etmişim gibi önce bana yerini tam bulmayan bir yumruk attı, sonra da bir tokat. Sükunetimi korudum, kollarından tutup iterek dükkandan çıkardım. Homurdandı, sövüp sayarak gitti.”
O sırada kapıya orta yaşlı şişmanca bir adam yanaştı. Kırık camlara gözlerini dikerek :
“Demek senin de camlarını kırdı ha ? Bu ne baş belası adam ya !” dedi.
“Size de mi zarar verdi yoksa ?” diye sordu berber soru dolu bakışlarla.
“Vermez olur mu, dükkan kapısının camını kırdı dürzü ! Elimden zor aldılar. Sonra gitti Sabri’nin dükkanına, onun da iki top kumaşını tuttuğu gibi sokağa attı. Dün akşam camı değiştirmek için az koşmadım sağa sola. Nereye gitsem kapalıydı, sonunda Anafartalar Çarşısının arkasında bir camcı buldum da değiştirttim camı.”
“Benim dün akşam onu yapmaya zamanım olmadı, camcı birazdan gelecek,” dedi berber. Şişman dükkancı içeri girmek üzereyken kendisine seslenen bir çocuk sesi duydu, “Geçmiş olsun, hadi eyvallah !” diyerek sesin geldiği yere doğru yürüdü.
“Eee, sonra ne oldu ?” diye sordu şık giyimli müşteri.
Berber traş ettiği adamın ensesinde gezdirdiği makası durdurdu. Kâh iyi giyimli müşteriye, kâh da bize bakarak sözlerine devam etti :
“Akşama doğru yine geldi. O sırada dükkanda müşteri yoktu, biz kalfayla oturuyorduk, o da kapının yanındaydı. Bu defa direk küfretmeye başladı. Karşılık vermedim, yine alttan aldım. Ama öyle yapmam bir işe yaramadı, öfkesi yatışacağına daha bir kabardı, ‘Ne oluyor ?’ demeye fırsat kalmadan iki tekmeyle camları kırdı. Ondan sonra ‘Kendimi yakacağım !’ diye bağırarak sallana sallana evine gitti. Canımız çok sıkıldı tabii. Bir süre cam kırıklarını toplamakla uğraştık. Bir saat sonra kalfa ‘Usta, bir camcı bulayım ben,’ dedi. Tam dışarı çıkıyordu ki bunun oturduğu daireden dumanlar gelmeye başladı. Kalfaya ‘Dur gitme !’ dedim, hemen itfaiyeye telefon ettik. On beş dakika geçti. Dumanların fazlalaşmasından yangının evi iyice sardığı belli oluyordu ama işin kötüsü itfaiye de bir türlü gelmiyordu. Bunun üzerine ikimiz hemen eve koştuk, üst kata çıktık. Adam o sarhoş aklıyla kapıyı kilitlemeyi ihmal etmemiş, iyi mi ! Biz ne kadar ‘Aç kapıyı’ diye bağırsak o ‘Kendimi yakacağım !’ diye bağırıyor, hep aynı şeyi söylüyordu. Baktık olacak gibi değil ikimiz var gücümüzle kapıya yüklendik. Neyse ikinci yüklenişimizde kapı kırıldı, hemen içeri daldık. Alevler vardı iki üç yerde, dumandan göz gözü görmüyordu. Bağırmasa nerde olduğunu bile göremeyecektik. Yanına gittiğimizde çıkmamak için bir hayli direndi, sonunda uzandığı yataktan bunu karga tulumba sürükleyerek dışarı çıkardık. Zaten işi yavaştan almaya kalksak biz de kesinlikle dumandan zehirlenirdik. Derhal bir taksi tutup bunu hastahaneye götürdük. Acil serviste ilk müdahaleyi yaptılar. Dükkan açık olduğu için orda bir saatten fazla kalamadık. Döndüğümüzde itfaiye de yangını söndürmüştü.”
Berber traşa devam için müşterisine döndüğünde ben de olayı kafamda canlandırmaya, aklıma üşüşen bir sürü soruya yanıt bulmaya çalıştım. “Ne? Kim? Nasıl? Neden?” le başlayan sorulara kendimce bir cevap buluyor ama tabii bunların gerçeğe ne kadar yakın olduklarını kestiremiyordum. Elektrikçi komşuma döndüm, yardım beklercesine sordum :
“Sen ne diyorsun bu işe ?”
“Ben de dükkan sahibi bir kimseyim. Arkadaş olayı anlatınca sanki o adam benim dükkanımın camlarını kırmış, bana yumruk atmış gibi hissettim bir an. Bana yumruk atsaydı ben de ona girişirdim gibime geliyor ama arkadaşı takdir etmek lazım, çok sabırlıymış,” dedi komşum sadece benim duyacağım bir sesle.
Komşumun sözlerinden sonra yanımızda oturan şık giyimli müşterinin yüzünde önce ne anlama geldiğini çözemediğim mimikler belirdi sonra berbere dönerek :
“Niye kurtardınız onu ya ? Yansaydı da toplum bir mikroptan kurtulsaydı daha iyi olmaz mıydı ? Ben olsam kurtarmazdım onu ! Hem gelecek bana tokat atacak, yumruk atacak, efendime söyleyeyim, küfredecek, o da yetmezmiş gibi bir de dükkanımın camlarını kıracak, bütün bunları sineye çekecek, üstüne bir de taksi tutup onu hastahaneye götüreceğim ha ? Dünyada yapmam bunu ! Kusura bakmayın ama sizinkisi enayilik !” dedi şık giyimli müşteri önce berbere sonra da bize doğru bakarak. Ben adama bakmakla yetindim, birşey demedim. İçimden “Bu da bir değerlendirme, bir yorum. Olay yüz kişiye anlatılsa böyle bir yorum yapacak kişiler çıkar da az mı çıkar çok mu çıkar bilemem,” diye düşündüm. Elektrikçi komşumsa dudağını bükerek ve ellerini oynatarak “İnsanları anlamak zor !” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra “dağdan inmiş” izlenimi veren kalfa şık giyimli müşteriye bakarak :
“Niye öyle konuşuyorsun ya ? Adam bunalım geçiriyor. Sen hiç bunalım geçirmedin mi ? Öyle birine bir tekme de sen atarsan olur mu şimdi ? Yardım etmek lazım tabii. Biz onun iyi hallerini de biliyoruz. Normalde çok iyi bir adam o ama ne yapsın bunalımda işte. Bugün o bunalımda olur, yarın ben bunalımda olurum, öbürsü gün sen bunalımda olursun, insanlık hali bu, belli mi olur ? Birisi bana bunalımda olduğumda yardım etse büyük bir sevap işlemiş olmaz mı?” dedi söylediklerine yürekten inanan bir insanın ses tonuyla.
Kalfa sözünü bitirdiğinde gözlerim şık giyimliye takıldı. Yüzünün haritası bozuktu. Sesini yükselterek önce kalfaya sonra da berbere tekrar yaptıklarının yanlış olduğunu anlatmaya çalıştı. Ama berber ve kalfası hiç geri adım atmadılar. Bunun üzerine şık giyimli traş olanlara ve bize hitap ederek:
“Beyler, haksız mıyım ben?” diye sordu. Traş olanlardan biri “Senin söylediklerinde acıma, yardımseverlik yok,” derken diğeri “Ben de başta adamın kötü biri olduğunu düşündüm ama bunalımdaymış, mazereti var,” dedi. Komşum, “Arkadaşlar bir can kurtardı, az şey değil yaptıkları,” derken ben “Sizinki de bir görüş ama bence yanlış. Ben bu iki arkadaşı tebrik ediyorum,” dedim. Hiçbirimizden beklediği desteği göremeyen şık giyimli adamın yüzü daha da asıldı, cebinden çıkardığı paketten bir sigara yaktı, içine çektiği dumanları burnundan dışarı verirken “Bakalım zaman ne gösterecek? Bir gün ‘Bekir abi haklıymış!’ dersiniz,” dedi sonra sessizliğe gömüldü.
Dükkândan çıktığımızda traş olmakla kalmamış, hiç ummadığımız iki kişiden bir de insanlık dersi almıştık…