Köşe Yazısını Dinle
“Ne kadar oldu Londra’dasın?”
“Dokuz yıl. Evlendiğimde eşim orada çalışıyor, iki okulda öğretmenlik yapıyordu. Dişçilikte on yıllık bir çalışma hayatım vardı, onu bırakıp 2013’de İngiltere’ye gitmeye karar vermek benim için kolay olmadı. Yüksek lisansını tamamlamış bir diş hekimiydim ama Londra’da diş hekimliği yapmam için bir dizi sınavdan geçmem, İngilizcemi ilerletmem gerekiyordu. İki üç yıl dilimi geliştirmek için kurslara gittim sonra sınavlara girmeye başladım. Bu konuda bir sonuç almam da üç yıldan az sürmedi. Sonunda sınavların çoğunu verdim, protez ve başka bir iki şeyi yapma hakkım olmasa da mesleğimin bazı şeylerini yapmaya hak kazandım. Şimdi günde üç yere gidiyorum.”
Bunları tatlı bir ses tonuyla anlatan Selcen Odyakmaz Kılıçoğlu, Bursa Çelebi Mehmet Lisesi’nden öğrencimdi, onu 1993-1994 öğretim yılında Çelebi Mehmet Lisesi’nde okutmuştum. Okulun süper lise bölümündeydi. İzmir Ege Üniversitesi Dişçilik Fakültesi’nden mezuniyetin ardından Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladı. İlkin Uşak Devlet Hastanesi’nde altı yıl kadar çalıştı, oradan ayrılıp İstanbul’da özel bir hastaneye geçiş yaptı, 2013’te evleninceye kadar bir buçuk yıl orada kaldı. Bursa’ya geldiğinde üç dört kez bir yerlerde (Kültürpark-Saklı Bahçe-Sur Yapı) oturup sohbet ettik, onların dışında telefon ve yazışmalarla iletişimimiz hep sürdü. Bu son yüz yüze görüşmemiz 2023 yazında oldu.
“Londra’da yaşamak, orada çalışmak sende ne gibi izlenimler bıraktı?” diye sordum.
“Çalışırken edindiğim izlenimler daha çok. İngilizler dışında zencisinden Hintlisine, Romeninden Polonyalısına, Güney Amerikalısından Afrikalısına değişik ülkelerden kişilerle muayenehanede, klinikte karşılaşmak, diş sorunu dışında onların anlattıklarını dinlemekle birçok şey öğreniyorsunuz.”
“Ne gibi şeyler?”
“Örneğin bazı zenciler saçlarını örüyorlar ya, o saçları kıvırmak, örmek çok uzun saatler alıyormuş, onu öğrendim bir zenci hastamdan. Romen, Polonyalı, Ukraynalı kadınlar iyi İngilizce konuşuyorlar, evlerinin dışarıdaki her türlü sorununu onlar çözüyorlar, kocaları dil bilmiyor, inşaatlarda çalışıyorlar genellikle. Macarları sevdim, bize benziyorlar.”
“Başka?”
“Japonlar çok değişik. Onlar IQ’ye pek önem veriyorlar. Birbirleriyle IQ konusunda adeta bir yarış içindeler. ‘Senin IQ’ün kaç? Benimki şu kadar, sen hâlâ IQ’ünü ölçtürmedin mi?’ gibi laflar ediyorlar.”
“İngilizlerde dikkati çeken şeyler neler oldu?”
“Birkaç şey var, bir tanesini söyleyeyim. Kuyrukta çok bekleseler de hiç homurdanmazlar, hiç sesleri çıkmaz. Sadece ‘Kuyruktayım, biraz gecikeceğim diye eve, işyerine veya arkadaşına ya mesaj yazar ya da telefon ederler” dedi gülerek.
“Geçenlerde okuduğum bir kitapta kuyruğun İngilizler tarafından icat edildiğini belirten yazar ‘Nerede olursa olsun hemen kuyruk yaparlar, kuyruğa girerler. İki üç kişi bile olsa bu böyledir. Kuyruk yapmayı çok severler’ diye yazmıştı” dedim.
Öğretmenlik yaşamımda babalarını tanımak istediğim öğrenci sayısı dördü beşi geçmedi, Selcen bunlardan biriydi.
Tanıştığımızda bu öğrencilerin babalarını da çok sevdim, onlar okuldan ayrıldıktan sonra bu kez babalarıyla dostluğumuz sürdü. Selcen’in babası Mustafa Odyakmaz’la Ünlü Caddesi’ndeki muayenehanesinde ilk karşılaşmamızı unutamam. Onun kitap kurdu bir ürolog olduğunu öğrenmek çok hoşuma gitmişti. Odanın bir köşesinde iki büyük çuvala tıka basa doldurulmuş kitaplara dikkatle baktığımı görünce “Evde kitap koyacak yer kalmadı, bunları kütüphaneye vereceğim. Siz de alın istediğinizi!” deyince ben de elimi attım çuvala, rastgele iki kitap çektim. Biri Banu Avar’ın kitabıydı, diğeriyse yazarını hatırlamadığım bir tarih kitabıydı…
“Baban bir ay önce konuştuğumuzda söylemişti, İstanbul’da çalıştığın hastane Londra’da bir şube açacakmış, seni de oraya yönetici ve ortak yapmak istiyorlarmış. Eşin buna sıcak bakarken sen bu teklife soğuk bakıyormuşsun, neden?” diye sordum.
“Ben biraz mükemmeliyetçiyim. Açıkçası onların çalışma yöntemlerini beğenmiyordum. Hastalara gereken özen gösterilmiyordu. Bu nedenle onların teklifine sıcak bakmadım. Eşim işe ticari tarafından bakıyor, ‘Kabul et, ortak ol, yüzde on hissemiz olsa bile yeter’ diyor.”
Eşi İrfan Kılıçoğlu’nu Haziran 2013’de İstanbul Sarıyer Bahçeköy Yolu Caddesi’nde Bahar Country’deki düğünde görmüştüm. İlk gördüğünüz biri hakkında “Biraz soğuk ve kasıntı…Çok bilmiş havalarda, hep konuştu durdu …Isındım hemen, doğal, sıcak bir insan” gibi bir sürü farklı değerlendirmeler yapılır ya, İrfan’a bu üç değerlendirmeden sonuncusunu yakıştırmıştım. Eşinden bahsedince sormadan edemedim:
“Eşin nasıl biri, baskın özellikleri neler?”
“Pratik, pragmatik, sorun çözen, ailesine düşkün. Örneğin İstanbul’daki kardeşinin sorunlarını buradan çözmeye çalışır, arar sorar. Uçak korkusu var, çok mecbur kalmadıkça uçağa binmiyor. Bu nedenle Türkiye’ye gelirken ve İngiltere’ye dönerken çoğunlukla arabamızla gidip geliyoruz. Tabii ki yol uzun olduğundan en az bir gece bir yerde kalıyoruz, en son Münih’te kalmıştık” dedi yine gülerek.
“Türkiye’ye dönme gibi bir düşünceniz var mı?” diye sordum.
“Aklımızın bir köşesinde o düşünce var ama kararsız bir durumdayız henüz.”
“Neden dönme gibi bir düşünceniz var?”
“Anne babalarımız yaşlanıyor, onlara yakın olmak, yardımcı olmak istiyoruz. Oradayken bu mümkün değil. Bu nedenle İstanbul’da yapılmakta olan bir sitede eve girdik.”
Babası Mustafa Bey bu konuda kızı gibi düşünmüyordu. “Orada rahatınız, düzeniniz iyiyken dönmeyin, bizim için gelmeyin dedim onlara” diye anlatmıştı bana. Selcen’in İstanbul’daki düğününde Mustafa Bey’in Bursa’dan gelen iki eski hastası da vardı. Bu iki kardeş hasta eşleriyle gelmişlerdi. Ak sakallı olan “Benim gençliğimde böbrek sorunum vardı, 1987’de Mustafa Bey kimsenin cesaret edemediği şeyi yaptı, beni ameliyat etti ve hayata döndürdü. O günden sonra onunla dost olduk, o derece ki o ve biz birbirimizi kan bağı olmayan kardeşler olarak görüyoruz. Rahmetli babam da çok severdi onu” demişti, bunu çok iyi hatırlıyorum…
“Dönerseniz en çok neyini ararsın İngiltere’nin?” diye sordum.
“Sosyal haklarını, özgürlüklerini, düzenlerini ararım. Zaten bizi kesin kararlı olmaktan çıkaran etkenler de bunlar.
Bakalım günler neler getirecek?”
Oturduğumuz Sur Yapı Marka AVM’den birlikte çıkarken sordum: “Londra’da AVM’ler nasıl, bundan daha iyidir herhalde?”
“Hayır, hayır, bizdekiler daha iyi. Londra’da AVM sayısı da bizdekinden daha az. Orada internetten alışveriş çok yaygın olduğu için yeni AVM’ler açılmıyor, hatta kapananlar oluyor. Onlar parklara daha çok önem veriyorlar” dedi.
“Malezya, Tayland ve Singapur’a gitmiştim. Oralarda en çok dikkatimi çeken şeylerden biri AVM’lerdi. Hepsi değil ama birkaçı gerçekten müthişti. Öyle güzel, havalı AVM’ler görmedim Türkiye’de” dedim.
Daha birçok şey konuştuk iki buçuk saatlik sohbetimizde. Sınıftaki diğer öğrencilerin neler yaptıkları, nerede oldukları konusu açıldığında, kimi öğrenciler hakkında ben, kimileri hakkındaysa Selcen bilgi verdi, bir dahaki gelişinde uygun olursa yine görüşmek için vedalaştık…