2003 Mayıs’ında bir pazartesi günüydü. Çalıştığım dersane o gün tatil olduğu için sinemaya gitmek istedim. Saat on bir otuzda Bursa Altıparmak Cinemodrome’da “Bay Schmidt” filmi için müşteri çıkmasını bekliyordum. Benden başka da müşteri yoktu. Oysa filmin başlaması için dört kişinin olması gerekiyordu. O sırada ellili yaşların ortasında olduğunu sandığım bir çift geldi. Onlar da “Abdülhamid Düşerken” için müşteri sayısının dörde çıkmasını beklemeye başladılar. Adamla göz göze gelince konuşma gereği duydum:
“Emeklisiniz galiba?”
“Evet, 1995’te matematik öğretmeni olarak emekli oldum. Eşim de ilkokul öğretmenliğinden emekli. Şimdi bir dernekte yönetim kurulu üyesiyim.”
“Neler yapıyorsunuz dernek olarak?”
“Dernek olarak şimdi Karapınar’da bir okulla anlaştık. Orada çeşitli kurslar düzenleyeceğiz. Karapınar Muş’tan gelen vatandaşlarla dolu. İyi çalışma yapacağımızı düşünüyorum. Bizim Vakıfköy’de yerimiz var. Altmış civarında öğrenciye çeşitli kurslar veriyoruz. Oradaki ilköğretim müdürü bize kurs açmamız için yer vermemişti. ‘Biz derneğinizin ne gibi çalışmalar yaptığını iyi biliriz!’ demişti. ‘Ne gibi çalışmalar yapıyor muşuz?’ diye sordum, yanıt vermedi. Zaten Türkiye’nin geri kalmasının baş nedeni öğretmenlerdir! Ne gazete ne kitap okurlar ne sinemaya ne de tiyatroya giderler! Bilgisayar kullanan öğretmen yok Türkiye’de! Öğretmen, öğrencinin gerisinde kalır! Ne yapar bizim öğretmenimiz? Dersten çıkar lokale, kahveye gider. Başlar taşa, kâğıda. Çay içer, acıktığında simit yer, böylece akşamı eder. Sonra kalkar gider evine, doğru dürüst televizyon bile seyretmeden zıbarıp yatar!”
“O kadar kötüleme meslektaşlarını canım!” dedi karısı.
“Kötülerim, hanım. Ülkenin geri kalmasının baş sorumlusu öğretmenlerdir!”
“Tamam da bey, sen emekli olduktan sonra niye bir yerlerde öğretmenliğe devam etmedin?”
“Hanım, dernekte çalışıyorum ya, yetmez mi?”
“Bence kendinizi avutuyorsunuz!”
“Avutuyoruz mavutuyoruz, ne yapalım, boş vakit nasıl geçecek?”
Konuşma esnasında adamın bana “sizin mesleğiniz ne?” şeklinde bir soru sorup sormayacağını merak ettim hep. Ama sormadı o soruyu. Sinemaya gelen bir kişinin öğretmen olmayacağı varsayımıyla öğretmenleri öyle sert eleştirdi belki de. O sırada gişedeki eleman geldi “İki kişi daha geldi, dört oldu, filmi başlatacağız, buyurun içeri!” deyince birbirimizden ayrıldık. Benim seansa gelen olmayınca ben de sinemadan ayrıldım. Akşam evde öğretmen olan eşime sabah duyduklarımı anlattım, sonra ekledim:
“Arkeologlar toprağı büyük bir dikkatle, özenle kazarlar, santim santim, milim milim ilerleyerek derinlere giderler. Bir tarihi eser, bir taş, bir metal çıkınca onların hangi zamanda, kimler tarafından yapıldıklarını anlamaya çalışırlar. Bugün arkeologların değerini daha fazla anladım” dedim.
“Şey, arkeologlar ne alaka şimdi?” diye sordu eşim.
“Gün boyu adamın cilalı cümlelerini kazıdım durdum, altından ne çıkacak diye merak ettim.”
“Eee, ne çıktı bakalım?”
“Emekli matematik öğretmeninin dernek çalışmalarını beğendim, ilgiyle dinledim ama öğretmenler hakkında genellemeler yapması, dahası aşağılayıcı sıfatlar kullanması bir öğretmen olarak bende hakarete uğramışım gibi bir duygu uyandırdı. Ne söyleyeceğimi düşünürken onların film seyretmeleri için gereken dört seyirci çıktı, bir şey diyemedim. Yine de gün boyu söyledikleri kafamı meşgul etti, ‘Bu kişide birtakım çelişkiler, zaaflar ve kompleksler yok mu?’ sorusu hiç peşimi bırakmadı. Onların ne olabileceğini düşündüm epey. Sinemaya gitmeyenlere ‘Ben onlar gibi değilim, ben farklıyım!’; kahveye, lokale gidip kâğıt-taş oynayanlara ‘Ben dernek çalışması yapıyorum, kâğıt-taş oynamıyorum! Onlarınki boş, benimki dolu iş!’; lokalde çay içip simit yiyen, akşam TV dahi seyretmeden zıbarıp yatanlara ‘Oysa ben görevimi yaptım, zıbarıp yatanlardan olmadığım için şimdi rahatça uyuyabilirim!’ göndermesi yapan cümleler övünme ve kibir dolu. ‘Türkiye’nin geri kalmasının baş nedeni öğretmenlerdir!’ dedi. Siyasal, tarihsel, ekonomik nedenlerden önce günah keçisi olarak öğretmenleri en öne koydu. Hiçbir düşünürde, hiçbir kitapta böyle bir hükme rastlamadım. Onunla çalışan öğretmenlerin, yöneticilerin ve öğrencilerinin onu nasıl değerlendirdiklerini bilmek isterdim. Değerlendirmeler ‘olumlu…yetkin…son derece başarılı’ da çıkabilir, tam tersi de olabilirdi. Sence yetkin, başarılı bir öğretmen olabilir mi o?”
Eşim yanıt vermeden önce bir süre sessiz kaldı, sonra: “Pek sanmıyorum. Tüm öğretmenleri aynı kefeye koymuş, bu doğru değil. Gazete, kitap okuyan, sinemaya tiyatroya giden, bilgisayar kullanan, mesleğini iyi yapanlar az değil, onları ne yapmalı, öğretmen değil mi onlar? Adamınki toptancı bir kötüleme. Peki, kazıda senin çıkardığın sonuç ne?”
“Ben de senin gibi düşünüyorum. Tamam, her meslekte iyiler gibi iyi olmayanlar da vardır, öğretmenler de eleştirilir ama onun eleştirilerinde tutarlılık adına kayda değer bir şey yok, boş konuştu” dedim…