Gecenin en derin uykusundaydılar. Sabahın ilk saatleri.
Büyük sarsıntıyla uyandılar. Ama öyle böyle değil, yerin altı üstüne çıktı sanki.
Bitmeyen bir sarsıntı içinde yataklarından fırlayıp kaçışmaya başladılar.
Her yer bir anda karardı.
Bağırışlar çağırışlar can havliyle kimi dışarı attı kendini, kimi evin içinde sığınacak bir yer bulmaya çalıştı.
Çocuklarına seslendiler, ulaşmaya çalıştılar, ulaşabildiğini kucağına alıp, sarılıp attı dışarı kendisini.
Dışarıda buz gibi bir hava.
Ne yapacaklarını şaşırmış durumda herkes.
Bir anda az önce sıcacık yatağından fırlayıp çıktığı bina, kâğıt gibi yırtılıp yere yığılmıştı.
Halbuki çok da eski değildi evleri. Çevreye baktılar o bağırışlar arasında çevrelerinde ayakta kalan bina neredeyse yok.
Yıkıklar arasından sesler geliyordu.
Dışarı çıkmaya fırsat bulamayanlar ya da içeride sığındıkları yerde üzerlerine yığılan molozların arasında sıkışıp kalmışlardı.
Birkaç saat sonra olan biten anlaşılmaya başlanmıştı. Daha bir gün önce hepimiz gibi evleri, işleri, aşları, çocukları, ana-babaları olan insanlar şimdi üzerlerindeki giysileriyle can havliyle kaçtıkları yıkılan evlerine, apartmanlara bakıyorlardı.
Devlet bütün imkânlarını seferber etmiş. AFAD’ı, Kızılay’ı, AKUT’u yollarda, havaalanlarında.
Deprem haberini alan yakınları, vatandaşlar, istisnasız herkes günün ilk ışıklanıyla bölgeye harekete geçmişti bile.
Ellerinde ne var ne yok buldukları araçlara yükleyip ulaşmaya çalışıyorlardı.
Ama yollar, otobanlar da kâğıt gibi yırtılmış, devasa yarıklar oluşmuş.
Ve zaman geçti öğlen saatleri oldu ve bir anda geceki kâbus tekrar başlamıştı.
İkinci sarsıntı, deprem tekrar başlamıştı.
Ayakta kalabilen, hasarlı binaların bir kısmı da o sarsıntıyla yerlere yığılıvermişti.
Artçılar, artçılar… Bitmek bilmeyen sarsıntılar…
Bir umutla, enkazdan çıkarılan yeni hayatlar… Yaralılar, depremzedeler.
Gözünü enkazdan ayıramıyor, arama kurtarma ekiplerinin çabasını gözlerini kırpmadan izliyordu. İçeride canından bir parçası var. Kiminin annesi, kiminin eşi, kiminin küçücük çocuğu…
Kurtarılan hayatlar, biten hayatlar…
Yeni bir umutla acılarını bırakıp deprem bölgesinden çıkmaya çalışıyor.
Enkazın içinden kurtarabildiği birkaç eşyasını alıp yollara düşüyor.
Geldiği şehirde ilk işi sığınacağı bir ev bulmak.
Burada vicdanlar, ahlak devreye giriyor işte.
Kimisi evini bağışlıyor, kimi kira istemiyorum diyor. Tüm imkânlarını depremzede aile için kullanıyor.
Kimi de ne yazık ki, 2 bin liralık evini 10 bin liraya o mağdur insana kiraya vermeye çalışıyor.
Bu vicdanların da, bu ahlakın da sorgulanması gerek değil mi?
Bu arada, o enkazların arasında biten hayatların arasında kaya gibi sapasağlam duran binalar göze çarpıyor.
Hatta yüzümüze tokat gibi vuruyor.
Ben işimi tam yaptım, sen yanlış yaptın der gibi.
Ve bir şeyleri sorgulamaya başladık geç de olsa.
Gerçi bu sorgulamayı 1999 Gölcük- Düzce depremlerinden hatırlıyorduk. O günlerde de binaların neden yıkıldığını sorguladık durduk.
Bir şeyler yanlış gidiyor, yanlış yapılıyor.
İmar kanunları değişiyor yönetmeliklere yeni maddeler ekleniyor.
Bazı binalar nasıl oluyor da taş gibi sağlam dururken, hayatlarımızın sürdüğü, canların yaşadığı evlerimiz tuzla buz olabiliyordu.
Kentin ortasında anıt gibi kalan binanın yetkilisine soruluyor, ‘Nasıl yaptınız bu binayı?’ Cevap çok basitti.
“Ekstra hiçbir şey yapmadık. Sadece olması gerekeni yaptık.”
Yani aslında diyor ki; Binayı yaparken demirden, çimentodan çalmadık, olması gerektiği gibi kullandık, harcın içine deniz kumu, gazete kâğıtları katmadık, inşaata başlarken zemin etüdünü yaptık. İnşaat süresince mimarımız, mühendisimiz denetimlerini sürekli yaptılar. Kontrolleri yapanlar hiç taviz vermeden olması gerekini yaptırdı bize. Yani kanunda, yönetmelikte ne varsa onu yaptık.
Sözün kısası; ‘Cennetten bir köşe satıyorum’ diye pazarlanan evlere aldanmak yerine, bir profesörün dediği gibi, “Deprem kader değildir, bilim adamlarının sözü dini emir gibidir” sözlerini beyinlerimize, yüreklerimize kazıdığımız zaman bir şeyler de düzelir diye umuyorum.