BM’ye üye 193 ülkenin oybirliğiyle ,“Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” resmen kabul edildi.
Anlamı şöyle: 2030 yılına kadar, yani önümüzdeki 15 yıl içinde dünyadaki yoksulluğun yok edilmesi ana hedef olacak. Yanı sıra eşitsizlikle mücadele edilecek ve çevrenin korunması sağlanmış olacak.
Tüm ülkeler hemfikir. Fire yok. ABD Başkanı Barack Obama “Birlikte başarabiliriz” diyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel de “Dünyayı değiştirmekten” söz ediyor.
Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ndeki temel maddeler Amerika’nın Sesi’nde şöyle sıralanmış:
Aşırı yoksulluk sona erdirilecek. Açlık ortadan kaldırılacak. Bebek ölümleri azaltılacak. Erkek ve kız çocuklarının eşit, özgür ve kaliteli eğitim alması sağlanacak. Kadına ve genç kızlara karşı cinsiyet ayrımcılığına son verilecek. İnsanlar temiz içme suyuna kavuşturulacak. Güvenilir ve kullanılabilir enerjiye ulaşım imkânı artırılacak. Gelişmiş ülkelerde en az yıllık yüzde 7’lik ekonomik büyüme sağlanmış olacak. En az gelir elde edilen ülkelerde büyüme hızı artırılıp gelir eşitliği hedeflenecek. Az gelişmiş ülkelerde ekonomiler canlandırılacak. Bu ülkelere daha fazla kaynak aktarılacak. Kentlerde yaşayanların toplutaşıma ve konuta ihtiyaçları makul maliyetlerle güvenli ve çağdaş standartlarda yerine getirilecek. Üretim ve tüketim dengelenecek, gıda israfı önlenecek. Doğal kaynaklar daha verimli bir şekilde kullanılacak. İklim değişikliğiyle ilgili mücadele hızlandırılacak ve acil eylem planına geçilecek. Okyanus, deniz ve su kaynakları, ormanlar, toprak ve ekolojik denge korunacak. Hukuk sistemine güven artırılacak.
Neoliberal yağma döneminden sosyal reformlara dönüşün işaretleri diyebiliriz yukarıdaki hedeflere.
Öyle anlaşılıyor ki, dünyada önümüzdeki dönemin siyaseti de değişecek.
Neocon’ların yerini sosyal demokratlar ve sosyalistler alacak.
Böylesine bir gidişatı destekleyen “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” programının tüm liderler tarafından kabul edilmesi ve BM Genel Kurulu’ndan oybirliğiyle çıkması inanılır gibi değil. Büyük olay!
Küresel ilişkiler ve “ayı ile yatağa girmek…”
Başbakan Ahmet Davutoğlu, ABD’nin Suriye’de “Esad’sız” çözümden “Esad’lı” çözüme çark etmesini “İlginç bir şey” olarak nitelendiriyor.
BM Genel Kurulu için New York’ta bulunan Davutoğlu, gazetecilerle yaptığı söyleşide ABD’nin duruşundaki değişikliği değerlendirirken şunları söylüyor:
“İlginç bir şey… Esad ile reform yapalım dediğimiz günlerde ABD Esad’ı tümüyle reddediyordu. Son gittiğimde iki haftalık süre istedik, ‘Esad’ı hemen gayrimeşru ilan etmeyin’ dedik. ‘İki hafta çok, bir hafta bekleriz’ dediler. Esad’sız formülü gündeme getirdiler. DEAŞ ortaya çıktıktan sonra ABD’de Esad’ı bu mücadelede kullanabilir miyiz kanaatinin yaygınlaştığını gördük ama bir kötülük başka bir kötülükle izale edilemez.” (BBC/Milliyet/28 Eylül 2015)
Evet, ilginç bir şey… Daha doğrusu şaşırtıcı… Ama Ankara açısından sürpriz sayılmamalı. Neden? İsmet Paşa’nın (İnönü) “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer” deyişini anımsayalım.
İnönü bu yargıyı 1964’te Kıbrıs sorunu patladığında dile getirmişti.
Gerçi iki sorun arasında bir benzerlik yok ama ABD’nin tavrı açısından bir “tekerrür” olayı var.
1964’te, Türkiye-ABD ilişkilerinin en iyi olduğu dönemden geçiliyordu. Kore Savaşı’nda ABD ne istediyse Türkiye bir müttefik olarak hepsini yerine getirmişti.
Derken Kıbrıs sorunu patladı. Türkiye, ABD’ye güvenmeyip de kime güvenecekti? Ama o da ne? Washington hemen sırtını dönmüş ve Rumların yanında yer almıştı.
Sonra ünlü Johnson mektubu, İsmet İnönü’nün yanıtı, ABD’nin tehditleri ve ilişkilerde yükselen gerilim…
Şimdiki durum: Görünen o ki, Suriye sorununda ABD kendi bağımsız politikaları ve ulusal çıkarları doğrultusunda rotasını Rusya’ya doğru çevirdi/çeviriyor.
Keşke Türkiye, en baştaki bağımsız Suriye politikasını bugünlere dek sürdürebilmiş olsaydı…