Dr. Öğr. Üyesi Burak ÇAKIRCA
burak.cakirca@btu.edu.tr
Uluslararası siyasetteki gelişmeler ve yaşanan güç değişimlerinin paralelinde tartışılan konuların başında uluslararası sistemin tanımı sorunu gelmektedir. 2. Dünya Savaşı ile birlikte kurulan sistemin Soğuk Savaşın bitişi ile mutlak bir Amerikan hegemonyasını ifade ettiği düşüncesi, ABD’nin giriştiği uluslararası hukuku hiçe sayan girişimleri, bunların başarısızlıkları ve sistemin unsurlarının işlevsiz hale gelmesi ile tartışılmaya başlanmıştır. Bu minvalde uluslararası sistemin hegemonya sonrasına denk gelen bir vaziyeti ifade ettiği ve çok kutuplu, belirsiz bir yapıya sahip olduğu genel olarak kabul edilmektedir.
Nasıl ki ekonomik ve siyasi açıdan bu düşüncenin mutlaklığı su götürmez bir gerçekse, ABD’nin askeri olarak tek kutuplu bir şekilde hakimiyetinin devam ettiği de o kadar gerçektir. Bununla birlikte güç tanımının ve uluslararası sistemin değişimi tartışmaları doğal olarak uluslararası güvenlik mimarisinin değişimi konularının da gündeme gelmesine sebep olmaktadır.
Münih Güvenlik Konferansı ve Değişen Güvenlik Mimarisi
1963 yılından itibaren yapılan Münih Güvenlik Konferansı, Transatlantik bağ olarak ifade edilen ve ABD ile Avrupa’nın ortak güvenlik kaygı ve söylemlerine sahip olduklarının teyit edildiği bir platform hüviyetindedir. Daha önceki yıllarda da ortak güvenlik yaklaşımının ABD hegemonyasının güvenlik bağıntısını ifade eden NATO’nun işlevi tartışmalarına sahne olan Konferans’ta bu yılda oldukça ilginç gelişmeler yaşandı.
ABD Başkanı Trump ilk başkanlığı döneminde de ABD hegemonyasının kavramsal düzlemdeki karşılığı olan liberal uluslararası sistemin jandarmalığı görevine karşı muhalefetini dile getirmiş ve uluslararası örgütleri ya işlevsiz hale getirmiş ya da onlardan ayrılmışken, ikinci dönemine de oldukça sert bir giriş yapmıştır. Nitekim Münih Konferansında da Başkan Yardımcısı Vance, Avrupa’nın güvenliği için en büyük tehdidin ne Çin’den ne Rusya’dan gelmediğini söylemesi büyük şaşkınlık yarattı. Ona göre asıl sorun demokrasi ve özgürlükler sorunudur ki, Avrupa liberal değerler dışında çıkan seslere müsaade etmemektedir.
Batıyı var eden değerler olarak tanımlanan liberal yaklaşıma karşı bu sert tutum, gerek Trump’ın başkanlık zaferi gerekse de Avrupa’da ve Dünya’da yükselen “sağ” söylemlerin engellenmesi girişimlerine karşı bir muhalefet olarak değerlendirilmektedir. Diğer yandan son günlerde Ukrayna savaşındaki tavrı ile AB başta olmak üzere Avrupalı liderlerle yaşanan gerilim, Avrupa’nın güvenliği konusunda ABD’nin herhangi bir maliyete katlanmak istemediği şeklinde anlaşılmaktadır. Bu da on yıllardır devam eden Transatlantik güvenlik bağının devamlılığı açısından soru işaretlerini beraberinde getirmektedir.
Batı’nın güvenliğinde Türkiye’nin Rolü ne olabilir?
Uluslararası sistemin değişimine paralel yeni güç odaklarının ortaya çıkması ve gücün tanımı merkezindeki değişmeler doğal olarak uluslararası güvenlik mimarisinin yetersizliği üzerine tartışmaları beraberinde getirmiştir. Özellikle “İstikrarlıştırıcı Güç” kavramıyla kendisini gösteren ve uzun zamandır arabuluculuk, kolaylaştırıcılık rolleriyle çözüm girişimlerinde bulunan Türkiye’nin Erdoğan liderliğinde “Dünya Beşten Büyüktür” söylemi söz konusu soruna işaret etmiştir. Türkiye uluslararası güvenliğin tanımının ve gereklerinin değiştiğinin farkında bir siyaset izleyerek kendi kendine yeterlilik konusunu merkeze almış ve uluslararası alanda söz sahibi ülke konumunu teyit ettirmiştir. Bunu Münih Konferansı sonuç raporunda görmek mümkün olduğu kadar, Le Point dergisinin kapağında Dünya Düzenine Yön verecek liderlerden birisi olarak Erdoğan’a yer vermesinde de görmek mümkündür. Aslında burası gerginleşen ABD-Avrupa ilişkisinin sonucunda ortaya çıkabilecek bir Avrupa ordusu ya da güvenlik sistemi açısından da oldukça önemlidir. Zira AB uzun yıllardır NATO ve ABD bağımlılığını sonlandırmak için bir Avrupa ordusu (BAB) kurabilmeyi tartışmakta ve Türkiye bu noktada müzakere edilen taraflardan birini oluşturmaktadır. Sonuç olarak olası bir Avrupa ordusunun ve Avrupa güvenlik mimarisinin, yaşadığı değişim ve kapasite artırımı sayesindeki en büyük destekçisinin Türkiye olabilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ya da AB’nin başarılı bir güvenlik mimarisini Türkiye olmadan tesis etmesi çok olası görünmemektedir.