
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski ile ABD Başkanı Donald Trump’ın 28 Şubat 2025 tarihinde Beyaz Saray’da yaşanan tartışmasının ardından Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier’in, “Bir gün Ukrayna’yı ABD’den korumak zorunda kalacağımıza asla inanmazdım” sözleri esasında bugün Avrupa’nın içinde bulunduğu durumu ortaya koyan çarpıcı bir örnektir. Evet Soğuk Savaş dönemi boyunca Avrupa, ABD-SSCB rekabetinde ABD açısından kullanışlı bir müttefikti ve Sovyet yayılmacılığı karşısında NATO’nun genişlemesi ve Avrupa’daki toprakların savunulması açısından önemli görevler üstlendi. ABD ise bunu gerçekleştirirken ciddi para ve askeri destek sağladı. Uzun bir dönem söz konusu ABD merkezli güvenlik şemsiyesi Avrupa’nın görece istikrarında rol oynadı. Bu güvenlik iklimi AB’nin de genişlemesine ve gelişmesine katkı sağladı. Avrupalı ülkeler güvenlik meselelerine mesai ve para harcamazken tüm enerjilerini ekonomik ve siyasal entegrasyona harcadılar. Bu durum 2000’li yılların ikinci on yılı başlarken Amerikalı karar vericiler tarafından sorgulanmaya başlandı. Zira Avrupa ülkeleri ciddi askeri harcama yapmadan ABD’nin “sınırsız” güvenlik şemsiyesine sahiplerdi.
2010 yılında Çin’in Japonya’yı geçerek dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olması ve askeri, teknoloji alanlarında asimetrik yükselişi bu durumu değiştirdi. Obama’yla başlayan ancak sonraki dönem tüm gelen başkanlar tarafından da teyit edilen Çin’in yükselişi “tehlikesi” ABD-Avrupa ilişkilerini öyle veya böyle etkilemesi kaçınılmazdı. Bugün Avrupa-ABD ilişkilerinde Trump’a atfedilen “krizler” esasında geçtiğimiz 15-20 yılın bir sonucuydu. Donald Trump yönetimi sadece bu durumu daha sert, hızlı ve karikatüze bir şekilde Avrupalılara gösterdi.
Tarih tekerrür mü edecek?
1938 Münih Antlaşması İkinci dünya savaşına giden ve Alman yayılmacılığının önünü açan önemli dönüm noktalarından birisiydi. Antlaşmayla Birleşik Krallık ve Fransa, Çekoslovakya’nın Südetler bölgesinin Almanya’ya bırakılmasını kabul etmiştir. Bunun sonucunda Almanları “Yatıştırma Politikası” zirveye ulaşmış, İngiltere ve Fransa da Hitler’in taleplerini kabul ederek barışı koruyabileceklerini düşünmüştü. Ancak Hitler, verilen bu tavizden de cesaret alarak kısa bir süre sonra Çekoslovakya’nın tümünü işgal etti. Bu anlaşma, “Münih İhaneti” olarak da anılır çünkü Çekoslovakya, kaderi hakkında karar alınırken müzakerelere dahi davet edilmemiştir. Bu açıdan söz konusu olay yatıştırma politikasının başarısızlığının en büyük örneklerinden biri olarak tarihe geçti. Münih Anlaşması ile Ukrayna krizi arasında bazı benzerlikler olsa da, ciddi bir farklılık var; Batı’nın bu kez saldırgan bir gücü yatıştırmak yerine ona karşı durmasıdır. Ancak, Rusya ile nasıl bir barış sağlanacağı konusunda hâlâ belirsizlikler bulunuyor ve bu süreç, Münih Anlaşması gibi uzun vadede yeni krizleri tetikleyebilir.
1938 Münih Anlaşması’nın tekrarlanmasını önlemek için Avrupa’nın Ukrayna’nın hem savaş alanında hem de müzakere masasındaki konumunu iyileştirmek üzere hızla adım atması gerekiyor. Avrupa bugüne kadar Ukrayna’nın savaş çabalarına dolar bazında ciddi yardımlarda bulunsa da silah açığını kapatmak çok daha zor gözükmektedir. Özellikle güvenilir bir nükleer sistem Avrupa için neredeyse şart hale gelmiştir. Tam da bu nedenle Almanya, Avrupa’daki Amerikan nükleer savaş başlıklarının Fransız ve İngiliz alternatifleriyle değiştirilmesini önerdi. Diğer yandan Finlandiya ve İsveç belki de 2000’lerin ikinci on yılında yukarıda bahsettiğim dönüşümü ilk fark eden ülkeler oldular ve sırasıyla 2023 ve 2024 yıllarında NATO’ya katılma kararı aldılar. İttifak’ın kuzey kanadı söz konusu yeni üyeliklerle ciddi bir güç kazandı. Şimdi AB de 840 milyar dolarlık bir savunma planı açıklayarak güvenlik merkezli bir bakış açısı getirdi. Söz konusu değişiklikler Avrupa güç dengesindeki durumun ne kadar değiştiğinin göstergesidir.
NATO ittifakının ve Amerikan güvenlik şemsiyesinin sınırı var mı?
Esasında bugün Avrupa’nın yaşadığı terk edilmişlik ve yüzüstü bırakılma duygusu ve Alman Cumhurbaşkanı’nın yazının başında aktardığım psikolojisini biz Türkiye olarak 1960’lı yıllarda ABD ve NATO bağlamında yaşamıştık. 1964 yılında Kıbrıs meselesi hararetlenince Türkiye’nin müdahalesini engellemek için dönemin Amerikan başkanı Johnson’un İnönü’ye gönderdiği mektup tarihimize “Johnson Mektubu” olarak geçmişti. Mektup, Washington’un istemediği bir müdahaleyi Ankara’nın yapamayacağını ifade ederken muhtemel bir müdahalede durumunda Sovyet tehdidine karşı Türkiye’yi koruyamayabileceğini sert ve küçümseyici bir dil kullanarak ifade etmekteydi. 1964 tarihi bu anlamda hem Türk dış politikası hem de Türk Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak ele alındı. Ve bu tarihten sonra Türkiye daha “bağımsız” dış politika izlemesinin hayatiyetini anlamış oldu. Bunun benzer bir örneğini ise 2012 yılında NATO müttefiklerimizin (Almanya-Hollanda ve ABD) Suriye’den gelen tehditler karşısında Türkiye’nin güneyine konuşlandırdığı patriotları 2015 yılında çekme kararıydı. Türkiye bu sistemlere en fazla ihtiyaç duydu o dönemde hava savunma sistemlerinden mahrum kalmış ve NATO ile müttefiklik ilişkimiz ciddi şekilde eleştirilmişti.
Avrupa’nın bugün yaşadığı “terk edilmişlik” duygusu esasında 60 yıl önce Türkiye’nin tecrübesine oldukça benzemektedir. Her iki olay da ABD’nin müttefiklerine yönelik güven ve bağlılık anlayışında belirgin kırılmaların yaşandığını ortaya koymaktadır. Her ikisinde de müttefikleri küçümseyici üslup (Zelenski’ye Beyaz Saray’daki muamele) vardır. 1960’lı yıllarda yaşanan Johnson mektubu nasıl Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasında değişikliğin elzem olduğunu karar vericilere hatırlattıysa bugün Avrupalılar için de Ukrayna meselesi, uzun vadeli güvenlik ve savunma planlarını yeniden gözden geçirmeye, hatta yeni ittifaklar arayışına gitmelerine yol açabilir. Dolayısıyla Trump’ın bugün uyguladığı politika ve söylemler, müttefik ülkelerde hayal kırıklığı ve öfke yaratmaktadır bu durum, transatlantik ittifakın temel değerlerine olan inanca da doğal olarak zarar vermektedir.