Bursa’dan bir dünya yıldızı geçti

Dünyaca ünlü besteci ve piyanist Anjelika Akbar, Bursa’da muhteşem bir konser verdi. 56. Bursa Festivali’nin açılış konserinde sahne alan Akbar konser öncesinde sorularımızı yanıtladı.

Bursa’dan bir dünya yıldızı geçti

Röportaj: Murat Günay / OLAY TREND

Kimileri bestelerinin New Age eseri olduğunu söylüyor, kimileri tarzını tanımlayamıyor. O, aldığı piyano eğitiminin, orkestra şefi ve felsefe profesörü babasının etkisiyle özgün bir anlayış geliştirmiş bir müzik insanı. Kazakistanlı besteci ve piyanist Anjelika Akbar, 56. Bursa Festivali’nin açılış konserinde solist olarak sahne aldı, uzun süre konuşulacak bir müzik ve görsel sanatlar gösterine imza atan Akbar konserin hakkını, kelimenin tam anlamıyla verdi. 

Kendine özgü tarzı sadece bestelerine ve performanslarına değil aynı zamanda yaşama bakışına da yansıyan Anjelika Akbar gerçek bir Türkiye âşığı. Bach Oriental eseri kadar, Akış isimli eseri de çok konuşulacak. Anadolu’nun türküleri kadar ilahilerini de dinlemekten büyük mutluluk duyuyor. İnsanların, titreşimlerden oluştuğuna inanıyor ve kadim bir öğreti olan “müzik terapisi”nin dünyanın her noktasında insanlığa şifa dağıtacağından çok emin.

İçinde biriken birçok duyguyu ve düşünceyi yüksek sesle paylaşmaktan çekinmeyen Anjelika Akbar, kültürler arası yolculuğunu, müzikal bilinç ile maneviyatın nasıl harmanlanacağına dair düşüncelerini Olay Gazetesi okurlarıyla paylaştı. Akbar, Bursa’nın yepyeni konaklama merkezlerinden biri olan Mercure Hotel Bursa’nın zarif tasarımlı atmosferinde zaman zaman kahkahalarla zaman zaman gözleri dolarak Aşk’ı ve Akış’ı anlattı.

Sayın Anjelika Akbar, Bursa’yı özlediniz mi?

Evet, Bursa’yı çok severim çünkü Bursa eski zamanlardan beri maneviyatın bir merkezi ve bu özelliği beni çok etkiliyor diyebilirim.

Sizin uzun zamandır bu yönde çalışmalarınız oluyor. Müzik aşkınızın içine maneviyatı da dahil ediyorsunuz? Bu harman nasıl oluştu?

Bu bir karar değildi ve birdenbire oluşmadı. Benim için maneviyat, müzik kadar önemli bir yer alıyor hayatımda. Babam bir orkestra şefiydi ve felsefe profesörüydü. Böyle bir babanın kızı olunca felsefi bakış açısını geliştirmemek imkânsız oldu. Bende de böyle bir eğilim varmış demek ki. Müzik benim için dünyayla kurduğum bir iletişim aracı gibiydi. Dolayısıyla felsefe, edebiyat, maneviyat ve ilgilendiğim bütün sanat dalları benim için bir bütün oluşturuyor diyebilirim. Yani bu harman doğal bir süreçte ortaya çıktı.

Çevrenizde böylesine yetkin birisi olmasaydı siz bu yola girecek miydiniz?

Anne babamın müzisyen olması büyük bir etken tabii ki ama kimse neler olacağını bilemez. Ancak benim ilginç bir inancım var. Çocuklar anne-babalarını seçerek geliyorlar bence. Dolayısıyla benim içimde var olan şeyleri nerede güzel yaşayacağımı araştırırken anne-babamı görmüşüm ve onları seçmişim gibi geliyor bana. Tabii eğitimimin çok büyük etkisi var bu noktaya ulaşmamda. 

‘MÜZİK BİR YAŞAM BİÇİMİ’

Ciddi bir eğitim aldığınızı biliyoruz. O süreç sizi nasıl bir insana dönüştürdü sizce?

Öncelikle dikkatli ve disiplinli bir insan oldum. Yani yetenek varsa ve siz yeterince çalışmıyorsanız ve var olan cevheri işlemiyorsanız gelişimden söz edemeyiz. Dolayısıyla bu eğitim benim hayatımı olumlu yönde etkiledi. Ve de hayatta seçim yapma biçimimi etkiledi.

1993 yılında Türkiye vatandaşı oldunuz. Sizi bu topraklara çeken ne oldu?

Benim bu topraklara âşık olma hikâyem biraz farklı gelişti. Rusya’da henüz Sovyetler Birliği dağılmamışken UNESCO’nun bir projesi için Türkiye’ye geldim. O sırada hamileydim ve uçmama izin verilmedi. Bu yüzden ayrılmadım ve büyük oğlum Türkiye’de dünyaya geldi. Bu esnada Rusya’ya geri dönemedim çünkü bebeğim çok küçüktü. Doğumdan sonra 1,5 ay içinde gerçekten âşık oldum ülkeye. Türkiye’de, Anadolu’da ne var biliyor musunuz? Çok ilginç bir şey var bu topraklarda.

Ne var? Biraz daha ayrıntılı anlatır mısınız?

Şöyle açıklayayım o zaman. ‘Gönül’ kelimesi Türkçe dışında başka dillerde yok. Bir kelimenin oluşması için yaşamda karşılığının olması gerekir. O ‘gönül’ kelimesi ortaya çıktığına göre, onun oluşumunda rol alan bir sürü etken vardır. İşte Türkiye’de çok gelişmiş bir aklın ve üstün duyguların sentezi var. Bu sentezin oluşması için yüzyıllarca birçok bileşenin bir arada kaynaması ve damıtılması gerekiyordu. “Birikme” kelimesi doğru olacak sanırım. Bu topraklardaki “birikme” beni büyüledi. O beni çok çekti, Türk insanında bu birikme var, farkında olsun ya da olmasın var. Yani birazcık derine indiğiniz zaman bunu hissediyorsunuz. 

Kadere inanır mısınız? Sizi buraya getiren şey kader miydi?

Belli bir noktaya kadar inanıyorum fakat belli bir yerden sonra farkındalık daha da arttıkça anlıyorsunuz ki bazı şeyler değişebilir. Akış değişebilir. Ama o, tek başına olan bir şey değil. Yaşadıkça görülen, etkileşimlerle dolu bir süreçler zinciri. Bir işbirliği diyelim. Ama ben demediğimiz zaman oluyor o. 

‘HERKESİN TARZI KENDİNE ÖZGÜ’

Projelerinizde Doğu ve Batı kültürünü, bazen de klasik ve popüler türleri sentezleyen bir yaklaşımınız hissediliyor. Benzeri yaklaşımları bulunan Fahir Atakoğlu ve Tuluyhan Uğurlu gibi besteci piyanistlerle bir yakınlık hissediyor musunuz? 

Bence herkesin çok özgün ve özel bir yolu var. Yok ben kendimi bir türe yakın hissetmiyorum. Kendi üslubumu yarattığımı bile söyleyemem, bir şey yapılıyorsa sadece aracı olduğumu söyleyebilirim. Ben böyle bakıyorum. Besteler bana ait gibi görünse de hakiki manâda bana ait değil. Her ne kadar altında Anjelika Akbar imzası olsa da akış öyle gitmiyor. Kendime o eserleri yakıştıramıyorum. 

‘BİRÇOK TABUYU YIKTIM’

Asena ile Bach’ı, Darbuka ile Piyanoyu yan yana getirdiniz. Nasıl tepkiler aldınız? Klasik müzik dünyası bu konuda ne dedi?

Ülke yarı yarıya bölündü, ikiye bölündü, tartışmalar hâlâ sürüyor öyle diyeyim size. Hatta  klasik müzik dünyası da ikiye bölündü. Klasik müzik dünyasından bazı insanlar hâlâ benim yüzüme bakamıyor ya da elimi sıkamıyor. Çünkü birçok tabuyu yıkmış oldum orada. Ben bu kültür ile tanıştığım zaman benim için, ‘üstün sanat’, ‘elit sanat’ gibi kavramlar yoktu. Asena benim için iyi dans eden bir dansçıydı. Darbuka çalan insan da parlak bir perküsyon sanatçısıydı. Bunun şu kültüre ya da bu kültüre ait olup olmadığına bakmadım. Dolayısyla ben bir zamanlar çok üzülmüştüm. Yazılı ve sözlü o kadar hakaretler geldi ki inanamazsınız. Fakat bir yandan da Bach Oriental eserleri Almanya’daki saygın klasik müzik radyolarında aylarca çalındı durdu. Ben bunu bir iddia ile yapmadım ve bu bir atölye çalışması idi. Birdenbire oldu. Neye imza attığımın farkındaydım. Bach kendi yaşadığı dönemde bu topraklara gelmiş olsaydı ve bu tınıları duymuş olsaydı mutlaka ama mutlaka eserlerinin içine katardı. O eserin kapağında yazdım, “bu bir müzik deneyi değil, çağın bir ihtiyacıdır” dedim.Ancak yıllar sonra benim gerçekleştirdiğim bu projeleri, beni kıyasıya eleştiren insanların da denediklerini gördüm. 

Geçtiğimiz günlerde açıklanan Türkiye İstatistik Kurumu’nun yayınladığı istatistiklere göre, ülkemizde Klasik Türk Müziği, Batı Müziği, Opera gibi tüm sanat müziği türlerinde dinleyici sayısı düşerken, Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası izleyici sayısında % 46 oranında artış görülmüş. Bu farklılığı neye bağlarsınız?

İnsanların klasik müziğe olan ilgilerine bağlanabilir ama elbette Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası’nın da bu artışta mutlaka payı var. Çünkü çok iyi bir orkestra bence. Harika bir gelişim, çok mutlu oldum.

‘YAKINDA STÜDYOYA GİRECEĞİM’

Kendi eserlerinizi yorumlamayı tercih ediyorsunuz. Bunun özel bir amacı var mı?

Eğer bestelediysem paylaşılsın istiyorum. Özel bir amacı yok. Ancak hemen bir orkestra bulmak da mümkün değil. Bir sürü hiç seslendirilmemiş orkestra eserlerim var. Sırası geldikçe yayınlanacak. Birkaç albümlük eserim birikti ve yakında stüdyoya girmeyi düşünüyorum. 

Eğitmenlik meselesi biraz farklı bir mesele. Siz müzik eğitimi de veriyorsunuz. Bu nasıl bir duygu?

Harika bir duygu çünkü ben ne yaparsam yapayım paylaşmayı seviyorum. Yaptığım yemeğin tarifini de paylaşmaktan mutluluk duyuyorum düşüncelerimi de bağıra bağıra paylaşmayı seviyorum. Öğrenci yetiştirmek çok güzel bir kavram ama öğrencinin kumaşını anlamak daha önemli. Kumaşını anlayamadığım öğrenciyi kabul edemiyorum. Fakat çok az zamanım olduğu için çok çok az öğrenciyle çalışıyorum. 

Türkçeyi çok iyi kullanıyorsunuz. Siz bol bol kitap okuyorsunuz biliyoruz. Sizi kitap okumak besler mi?

Hiç Türkçe dersi görmedim ama 2 sene boyunca ben Türkiye’de sustum. Çünkü hiçbir kelime bilmiyordum. Kulaklarımı açıp her şeyi kaydettim. Levhaları okudum. Oğlum doğunca ona çocuk kitapları okumaya başladım yani aslında oğlumla birlikte heceleye heceleye “tav-şan” demeyi öğrendim. Çok eğlenceli bir zaman dilimiydi benim için. İlk okuduğum Türkçe kitap Jonathan Livingston’un eseri Martı idi. Hiç sözlük kullanmadım. Bilmediğim kelime yoktu ve o kitabı okuduğum için çok mutlu oldum. Ben Türkçeyi çok sevdim çünkü bu dili her zaman müzikal bir dil olarak gördüm. Çeşitli şeyler okuyorum ama çoğunlukla maneviyat ve felsefe okumaya daha fazla zaman ayırıyorum. Bunlar beni besliyor açıkçası. 

Beste yapma süreci nasıl duygularla dolu? Acılı mı? Neşeli mi?

Bir bestenin çıkması için benim çok etkilenmem lazım. O etkilenme olumsuz bir olay üzerine de olabilir, çok mutluluk verici bir olay üzerine de olabilir. Burama, göğsüme çarpması gerekiyor. Ben beste yaparken uçuyorum, çok mutlu oluyorum. O süreçte bir dönüşüm oluyor. O duygu başka bir duyguya dönüşüyor. Örneğin, ‘Raindrops of Anjelika’ albümünü yaparken köpeğimi kaybettim ve oldukça üzücü bir dönem yaşadım. Ancak bu ağır duygunun geçmesini bekledim. Köpeğimi daha hafif ve daha ışıklı bir halde göreyim diye bekledim. O zaman o kaynaktan besteyi almak istedim. Bu bir dönüşümdü ve ben o besteyi de albümüme aldım. 

‘MÜZİK TERAPİSİ TEDAVİ EDİCİ’

Bu dönüşüme neden bu kadar önem veriyorsunuz? 

Eskiye dayanan bir öğreti biliyorum. Müzik terapisi biçiminde algılanabilir. Bu bir öğreti ve pratikte uygulamaları var. Hatta Osmanlı kültüründe de var. Edirne’de bulunan şifahanelerde müzik sayesinde insanların hastalıklarına çare bulunduğunu biliyoruz. Bu önemli bir şey. İbn-i Sina, Batı dünyasında Avi Senna adıyla biliniyor ve onun tıp çalışmalarında en çok önem verdiği eserlerinden biri de Kurtuluş adlı kitabıydı. Bu kitap müzik terapisi metodlarını anlatıyordu. Neden önemliydi? Çünkü bizler titreşimden ibaretiz, müzik de öyle. Dolayısıyla biz kendimizi en çok müzik sanatına açıyoruz. O titreşimlerin rezonansa girmesiyle bizde iyileşmeler olabilir. Eğer bunu doğru tutturabiliyorsak. Ben bir tuşa dokunduğum zaman, öylesine dokunamıyorum. Fizik kanunu olarak siz bir ses ortaya çıkardığınızda o hiçbir zaman durmuyor ki, evrenin bambaşka bir tarafına gidiyor ve mutlaka birilerini etkiliyor. Müzisyen olarak ben bu konuda mesuliyet taşıdığımın farkındayım. O yüzden ben yapmıyorum diyorum, aracı oluyorum diyorum. Müzik o kadar kocaman bir şey ki ben yaptım diyemem.

‘İLAHİ DİNLEMEK MUTLULUK VERİYOR’

Türkiye’den müzisyenler dinliyor musunuz? Neler dinliyorsunuz?

Belirgin bir isim ya da sanatçıyı söylemek istemem çünkü Türkiye’de birçok müzisyen arkadaşım var, birinin adını unutsam bana darılmalarından korkarım. Ancak türleri söyleyebilirim. Özellikle ilahileri dinlemekten büyük mutluluk duyuyorum. İlahi, Türkiye’de Anadolu kültüründe bambaşka bir şey bence. O bir kodlanmış öğreti bence. Müzik ve şiir olarak da dinleyebilirsiniz ama bazı perdeleri aralayıp bambaşka bir dünyaya girebilirsiniz de. Ben buna inanıyorum. O yüzden oradaki müzik yapısı insanda özel ruh hali yaratıyor. İdrakınızı belki farklı bir yöne çevirebiliyor. Bir de Karadeniz müziklerini çok seviyorum. Onun dışında bazı yörelerin bazı türküleri çok hoşuma gidiyor çünkü folklor çok besleyici bir olgu bence.

Bu topraklarda 

Sayın Anjelika Akbar, BBBDSO ile yaptığınız konserde benzer sürprizler var mıydı? İçeriği nasıl oldu bu konserin? Mesela Ankara’da bestelediğiniz 1.Senfoni’niz var mıydı?

Teşekkür ederim, o yoktu ama 1. Konçerto vardı. Özel bir isimle icra ettik; ‘Circle Of Love’, yani aşk çemberi. Üç bölümden oluşuyordu ve evrendeki hareket türlerini anlatıyordu. Birinci bölüm çember, ikinci bölüm Möbius Şeridi. Bu bölüm ismini ünlü fizikçi Möbius’tan alıyor. Kendisi önemli bir evren devinim modelini ortaya çıkarmıştır. Bu modeli bana 4 yaşındayken babam anlatmıştı ve yıllar sonra ben piyano konçertosunun bir parçası yaptım. Zaman bükülmesi ve mekan bükülmesi ile ilgili bir fizik modeli olduğu için eserimin içine aldım. Üçüncü bölüm ise Spiral yani Sarmal. Evrenin her yerini saran bir döngüde görünen ama hiçbir zaman aynı olmayan bir döngü. Ben bunu aşka bağlıyorum. Aşka kavramı, yüzeyselliği kaldırmaz, derinleşmek gerekir. Çok yüzeysel görünse bile bütün evreni saran bir kavramdam söz ediyorum. Bu devinimi ve aşk kavramını birleştirmiş oluyorum. Bir sürpriz daha vardı, o da çok önemli benim için. Garip Ay… Türkiye’yi bütün dünya da temsil eden bir ‘ebru’ sanatçısı var. Bildiğiniz geleneksel ‘ebru’ sanatını çok farklı noktalara taşıyan bir sanatçıdan söz ediyorum. Van Gogh’un meşhur bir eserini yorumlayarak ebru ile yapıyor. Garip Bey akademik anlamda bu sanatın ciddi bir eğitimini almış bir insan. Grafik sanatçısı Murat Öneş ise videografik biçiminde çok özel bir kompozisyon ile bambaşka bir forma dönüştürüyor. Bu gösteriyi benim bestelerimle birleştirdik. Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası ile unutulmaz bir işitsel-görsel gösteri sunduk. Bu güzel söyleşiyi, böylesine güzel bir atmosferde, Mercure Hotel Bursa’da yapabildiğimiz için çok mutluyum çünkü burada bir piyano var. Hatta şimdi söyleşimizi bitirirken yine bu toprakların sesinden bir türküye özgün bir dokunuş yapalım ve eseri sizler için kısa biçimde yorumlayayım. Söyleşimizden gerçekten çok mutlu oldum, sizlere teşekkür ederim.

Anjelika Akbar, Mercure Hotel Bursa’da Murat Günay’ın sorularını yanıtladı.

HABERİ PAYLAŞ
ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X