Kim bilir, belki de ısrarla her durumun sonunda mutlu son beklememiz, yıllarca izlediğimiz Türk filmleriyle büyüdüğümüzden..
Ağlarız, söyleriz ama bir taraflardan da bir veya birkaç iyi adamın artık bu haksızlığa, kavgaya dur demesini bekleriz. Hep bir yerlerden çıkacak kurtarıcıyı bekleriz.
Aslında izlediğimiz filmlerden pek de farklı değil gerçek yaşamlarımız. Sahiden; siyah-beyaz film gibi biraz…
Yıllardan beri mevcut konfor alanımızdan çıkıp da yaşam senaryomuzu tersine ivmelendirme işini de hep bir kurtarıcıya, süpermene devrederiz. Şayet bu rolü üstlenen bir kahramanımız olursa da adeta putlaştırıveririz. Kimi zaman yerlere göklere sığdıramadığımız bir siyasetçi, ya yaşam sponsoru beyaz atlı prenslerimiz, ya da gölgesi kendinden büyük, heybetli babalarımızdır.
Elbette yıllardan beri yaşayış biçimi ve kültürleri kemikleşmiş alışkanlıkların değişmesi öyle kolay olmuyor.
Bir yandan da bir tıkla dünyayla bağlantı kuran yaklaşık 8 milyon gencimiz, daha bireysel ve biat kültüründen uzak geliyor. Onlar bizim geleneksel düşünce tarzlarımızdan daha farklılar. Doğal olanı da bu, dünyaya entegre olabilmeleri, gelişmeleri yaşamlarına adapte edebilme yetilerinin güçlü olmasıdır.
Şayet, akılcı yaklaşımlarla, sistematik bir eğitim sunabilirsek gençlere en güzel yatırımı da yapmış olacağız. KPSS’de 30-50 puan alanların öğretmenlik yapabilmesi bizim gençliğimizin şansızlığı, ülkemizin yumuşak karnıdır.
Bu gençlerin oyun kurucu olabilmeleri için sağlam bir donanıma gereksinimi var bunu biliyoruz.
Ancak şunu da biliyoruz, yakın tarihimizden, insanlar çok ciddi sosyal ve psikolojik travmalar yaşamadan da değişmiyor. Bumerang gibi dibi görmeden yukarı çıkmayı düşünemiyor. Yaşamsal konforumuzdan çıkmak hepimiz için keyif bozucu görünüyor !
Belki de makro çözüm kümesine, bireysel algılarımızı değiştirerek, önce evimizin önünü süpürerek başlamalıyız. “Komşunun tavuğunun komşuya kaz göründüğü” yaşam anlayışımızda, önce sahip olduklarımızın hakkını verdiğimizde ilk zinciri kırmış olacağız diye düşünüyorum.
“Kasabayı sel basınca herkes kaçmaya başlamış. Kilisenin papazını kurtarmak için ciple gelmişler. “Lüzum yok, Tanrı beni korur” demiş. Sular yükselmiş. Üst kata çıkmış. Kayıkla gelmişler. “Hadi atla” demişler. Cevap aynı: “Lüzum yok, Tanrı beni kurtarır.” Sular iyice yükselmiş. Papaz çan kulesine çıkmış. Helikopterle gelmişler. İp sarkıtmışlar. Bağırmış yukarı: “Lüzum yok. Tanrı beni kurtarır.” Helikopter birkaç tur atmış ve mecburen dönmüş. Sonuç malum! Papaz efendi sel felaketinde ölmüş. Öbür tarafta kızgın ve öfkeli şekilde : “ Hani beni kurtaracaktı, ben güvenmiştim” diye söylenirken: “Yahu Papaz efendi! Araba gönderdik almadın. Kayık gönderdik almadın. Helikopter gönderdik almadın” demişler.
Tanrı’nın bize verdiği en büyük mucize akıldır. Akıl kas sistemi gibidir; gelişmesini sürekli yapabildiğimizde nimetlerini ve mucizesini yaşayabiliriz. Korku ve akıl ters orantılıdır. Birinin olduğu yerde diğeri yoktur…
Son günlerde seçim ekonomisi kapsamında önümüze konulan projektörlerde, seçim öncesi, her ne kadar tabloları varsa da bizim alıştığımızın dışında bireylere şiddetle ihtiyacımız var..
Artık gayrimenkulden rant sağlama konjonktürünü yaşadık, 1’ e al, 3’ e – 4’ e sat dönemi de kapandı. Ekonomimiz daha da hassaslaştı.
Kişilerin sürdürülebilir bir refah düzeyi için, tek adam veya kahramanlara değil sağlam ve delinmeyen bir sisteme ihtiyaçları yadsınamaz. Her zaman rüzgâr bizi kıyıya rahat taşıyamaz. Aksi durumlar için de altyapının hazırlanması, seçim propagandalarından daha önemli değil midir?
Ülke olarak 4 yıldır ekonomide büyümeye yakınsayamıyoruz.
Son dönemlerde artan işsizlik, yoksulluk, dalgalanan kurun yan etkileri, geleceğin oyun kurucusu olacak gençlerimizi ümitsizliğe düşürmemelidir.
Geçen hafta sonu öğle sıcağında küçük kızım, babasıyla balık tutmaya çalıştığında anne yüreğim dayanamadı. Eşime söylendim. Eşim de: “Hazır balık vermek ancak açlığını giderir. Sabırla balığını tutmayı öğrenmesi ona hayat boyu bir yetenek kazandırır” dedi.
Keyifli pazarlar!