Birkaç haftadır hep hüzne meyleden yazılarımla kavgalıyım.. Yazıp yazıp rafa kaldırdım. Kendi kendime söylendim durdum, bundan da yoruldum. “Yakışmıyor, şu güzel mavinin derinliğine, yeşilin güzelliğine bu tondaki duygular, siyaha çalan ezgiler olmuyor” dedim. Veto ettim kalemime yansıyan karamsarlığımı ama nafile; hep ağır basıp beni de ara ara pes ettirdi. Olmayınca olmuyordu mutluluk. Bir bütünün parçasıyken sadece kendi yaşamınıza dönük olamıyorsunuz.
Sabahları kahvaltıda, fonda keyifli bir müzikle güne başlamak inanılmaz enerji verir bana. Ve ben her sabah keyifle dinlediğim CD’leri kahvaltıda açarım. Geçen sabah küçük kızım, “Annecim istersen müzik açmayalım, yine şehidimiz var” deyince sabahtan güne hüzünle başladık. Kötülerin elbirliğiyle oynadığı tehlikeli oyun herkesin yüreğine ateş düşürmüştü. Güneşin parlak ışığına, sarısına baktıkça da kim bilir, kötüler de korkularından, egolarından azad olurlar diye umut ediyorum. Belki onları bu kadar fütursuzlaştıran iyilerin sessiz kalıp konfor alanından çıkamamasıdır.
Her aşılan kırmızı çizgiler dur noktası olmayan bir arenaya dönüştürdü toplumsal yaşantımızı da.. Oysa gerçekten yaşamak için yaşatmak gerekmez mi? Empati kurabilmek, vicdanın sesini duyarak geliştirmek ve dönüştürmek değil mi beklentimiz? Biz nerede yanlış yaptık?
Belki de asıl eksiklik eksik olduğumuzu düşünmekten kaynaklanıyor. Her dönemde hep bir kahraman yaratma paranoyası bizim iflah olmaz zafiyetlerimizden diye düşünüyorum. Biz siyasi tercihlerimizde de hep ya da hiç yaklaşımıyla tercih yaparız. Adeta putlaştırıp kurtarıcı kimliğinde görmek için çırpınırız. Kendi sorunlarımızın çözümünü de hep yarattığımız kahramanların bedenlerinde ararız. Bu düşüncelerin tesirindeyken de bir tüm olamayız..
Oysa hayatın matematiği bizim sanılsamalarımızdan çok farklı çıkıyor. İki yarım bir bütün edemiyor bir türlü.. Biz henüz bunun ayırdında olamadığımızdan toplayıp – çıkarıp – bölüyoruz, sonuç aynı çıkıyor.. Ve biz kalabalık duran tarafa yaklaşıp eksik hissimizi gidermek istiyoruz. Topalların birlikteliği olan ilişki sarmalımızda yine bir şeyler eksik çıkıyor. Hiçbirimiz için gerçek tam olmak öyle kolay değil, bunun da gerçekten farkındayım. Ama farkındalık için eğitim gerekiyor. Hatta her şeyden önce sabırla kendimizle uğraşmak, bir avuç şekere özgürlüğümüzü vermemek gerekiyor..
Ünlü Fransız felsefeci Michell Foucault, “Hapishanenin Doğuşu”nu anlattığı kitabında; modernleşmeyle birlikte yeni düzenlemede, mahkûmların üst üste tıklım tıkış doldurulduğu o eski geniş cezaevlerinin terk edildiğini ve mimari olarak da yeni bir cezaevi anlayışına geçildiğini anlatıyor. Şöyle ki, bu yeni mimarideki düzenlemede göz göz hücrelerden oluşmuş halka şeklinde bir cezaevi binası vardır. Binanın dışa bakan pencereleri güçlü bir ışıkla aydınlatılır. Halkanın merkezinde ise bir gözetleme merkezi kulesi bulunur. O merkezi kuleden bakan herhangi biri, hücrelerin içindeki küçük siluetleri izleyerek her hareketi kontrol eder. Böylece tek tek hücrelerinde her an görülme tehdidi altında yaşayan mahkûmlar, bir süre sonra istenilen disipline mum gibi ayak uydururlar. Tek tip olup korku ürünü bireyler oluverirler.
Öyle ki izleme kulesinde hiç kimse olmasa da mahkûmlar kendini hep izleniyormuş gibi hisseder. Artık demir parmaklığa fiziksel prangaya hiç gerek kalmamıştır. Gerçek pranga insanların zihnindedir…
Günümüzde de beynimizdeki kâğıt kuleleri yıkamadıkça kendi gölgemize prangalı yaşamaya devam edeceğiz; en güzel sarı yazlarımızı da, koskoca hayatlarımızı da!
Keyifli pazarlar..