Ne zor şeydir, hâkimiyet peşindeki iki düşüncenin anlaşıp ortak yol bulması!
En az üç dört kez sadece bu düşüncede aynı fikirde olan, iki eski parlementer dostumla birlikteyim. İkisi de farklı partilerden, farklı dönemlerde parlementer oldular. Ben analitik mühendis yaklaşımıyla, sandıktan çıkan tablonun doğru okunup uzlaşılması üzerine dem vurunca, onlar da bana bu sözü tekrar edip durdular. Bilmediğim çok parametre olduğundan, öyle iş hayatı gibi olmadığından bahsettiler. Ben de net olanın, işin ve aşın olabilmesi için bir an önce reaksiyonun denge noktasına gelmesi gerektiğini anlattım. Bana, siyasi parti temsilcilerinin tabanlarına karşı sorumluluklarının olduğunu ve ondan taviz vermek istemediklerini söylediler. Oysa çıkan sonucu doğru okumak istersek, gerekli tavizleri verip uzlaşı kültürünün inşa edilmesine prim verilmişti. Dominant ve tavizsiz yaklaşım istense sandık tablosu böyle olmazdı!
Siyasetten pek anlamam. Başka ne parametreler ve dengeler var bilmiyorum. Bildiğim, milletten aldıkları oyun çok ciddi sorumlulukları olduğu ve milletvekilli olmanın sadece imtiyazlı yaşam olmadığıdır. Biz iş insanları, süreçlerin doğru işlemesini ve sonuç odaklı değerlendirmeleri benimseriz.
Bir konuda net fikrim var: Gezi olayları aslında bizim sosyolojimizde bir millattır. Global hayata entegre ve bir tuşla dünyaya bağlanan bir seçmen kitlesi de oyuna giriyor artık. Yaşlı aslanlar dirense de, yeni oyunları da, oyuncuları da tanımak durumundalar.
Yıllarca bu ülke şovenist liderler ve egosu şişman siyasetçilerden çok şey kaybetti. Sadece benim adamım yaklaşımı, dava adamı yaklaşımı da vites düşürmemize neden oldu. Herkes değer üretmekten çok güçlü görünen çatılara girebilme yarışına girdi. Dominant olma egosu, iş yapacak ve katma değer sağlayacak insanları da sistemin dışında bıraktı.
Değerlendirme kriteri, partilerin hepsinde liderin nabzını iyi tutan, iyi iltifat edenleri oyuna dahil etme olduğunda, şimdiki tablonun hiçbirimizi şaşırtmaması gerekiyor. Çünkü herkes akıllıyı seviyor elbet, ama kendinden akıllısı ve uyanığından tedirgin oluyor. Statükonun bozulma endişesi dahi bütün sistemi kilitliyor.
Bizim yıllardır ortaklık diyaloğu geliştirememe beceriksizliğimiz de koalisyonu korkulu rüyamız yaptı. Çünkü liderler geçmişte tabanından alkış almak için çatışma kültürünü besleme kolaycılığını sevdiler. Son sonucu okumak yüksek siyaset kültürü gerektirmiyor. En sevmediğim yaklaşım ben söylemiştim tarzıdır. Ama seçim öncesi tahminimi açıkladığımda eşim de dahil çevremdekiler yanılabileceğimi söylemişti.
Türkiye mozaiği çok renkli ve farklı kültürlerin harmonisidir. Bizim çok uzaklara gitmemize gerek yok. Bu topraklarda yaşamış Hacı Bektaş Velimiz, Mevlanamız hoşgörünün, farklı düşünceye saygının timsali olmuştur. Şimdilerde siyasilerin ayrıştırma çabası kendi statüko korkularındandır.
Millet kendi mozaiğini sandıktan çıkardı. İbrenin dengeyi bulması öyle kolay olmayacak. Siyasilerin egolarını, nefislerini disipline etmesiyle gerçekleşebilecek diye düşünüyorum. Nacizane düşüncem budur.
Biz toplum olarak, Akdeniz kültürünün sıcaklığından dem vurup cana yakınlığımızdan bahsetsek de hepimiz birer monolog fenomeniyiz. Bundandır hep yüksek perdeden bağırma siyaset kültürümüz. Bu geleneğimizi, yönetişimimizden tutun da iş yapış şeklimiz ve ortaklıklarımızda da yaşarız.
Bazen abartıp dümen bende değilse batsın bu dünya yaklaşımıyla gemiyi akıntıya bırakıveririz!!!
Birkaç gün önce evde küçük kızım Alara’yla tatil enstantanesi yaşarken kanallardan birinde eski Türk filmlerinden birine rastladım. Şener Şen karşısındaki iş ortağına parayı eşit bölüştürürken: “Üç bene bir sene! Var mı sıkıntı ? Yok. İkimiz de kazandık” diyordu. Alara’yla birlikte dakikalarca güldük. Artık dünyaya entegre bir ekonomimiz olduğundan eski kolaycı paradigmalarımızı terk etmediğimizde ekonomideki ekosistem bizi de seleksiyona uğratabiliyor. İş dünyasında katma değer üreten birinci ligdekilerin global ortaklık kültürünü içselleştirdiklerini görüyoruz. Çünkü zorlayıcı dinamikler konfor alanımızdan bizleri çıkarıyor. Esnek olmayı, karşındakine tahammül gösterip onun da kazanma şansını benimsemeyi öğreniyoruz. Bizim küçük kurnazlıklardaki 100’e 0 yaklaşımımızın, karşındakini yok sayma uyanıklığımızın artık miladı doldu. Küçük olsun sadece benim olsun düşüncesiyle de yol alamıyoruz.
Samimiyetle kazan – kazan yaklaşımını içselleştirdiğimizde, evrensel kültüre de uyum gösterebiliyoruz.
“Kötülük üstüne kutsal şal örter” sözü, eski siyasetçi dostlarımı dinlerken aklıma geldi. Kötülük yaklaşırken asla çıplak gelmez, hep cezbedici giyinir. Her aşırılığın, baskıcılığın, adaletsizliğin kendini haklı çıkarmaya uğraşan söylemleri, bağırmaları mevcuttur. Şeffaflık ve hesap verilebilirlik, ilişkilerde baş köşeye oturmadan her kötülük üzerindeki renkli şalla oyunu kurar ve kazananı olmadan iklimimizi bozar!
Keyifli pazarlar.