Yeni yılın ilk gününe bembeyaz uyandık. Sabah penceremden bembeyaz örtüyü görünce bunun 2016 yılı için mutluluk çıpası olacağını düşündüm. Zor bir yılı uğurlamıştık milletçe.. Yıl sonu toplantılarında dahi kimse büyük hedefler koymak istemiyordu. Çoğu kişi Don Kişot’luğa gerek yok mevcut durumu korusak yeter diyordu!
Kendi adıma yılın ilk gününe umutla uyanmıştım. Sevdiklerimin yamacında sağlıklı bir yıla girdiysem sonrası gelirdi!
Bembeyaz bir yeni yıl sabahına uyandığımda ruhumuz ve bedenimiz de diriliyor sanki.. Yorgun bir yılın sonunda sabah kahvemi yudumlarken, yeni yıl sepetinden bu yıl kısmetimize düşenin huzur, barış ve mutluluk olduğuna inandırıverdim kendimi.
Çocukken de korku ve endişeden uzak mis gibi ekmek kokularına uyanınca umutlarımızı yinelemez miydik? Zaman bir ışık prizmasından süzülürcesine tembel ve asude akıyordu. Hiçbir şey için acelemiz, kederimiz yoktu. Önce akreplerle yelkovanlar, sonra takvim yaprakları büyük bir hız yarışına başladı. Çünkü çocukken yüz bulamayan korku nüfuz etti tüm bünyelere… Kimini sağlığıyla, kimini kazandıklarını kaybetmekle, kimini sevdikleriyle, kimini terk edilmekle tehdit ediyordu.
Aslında korku bizim efendimiz olmuş, tüm yaşamımıza hükümdar olmuş farkında değiliz. Yeni yıl kutlama mesajlarında çok sevdiğim bir şiiri gördüm tüm bunları düşünürken;
“İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için!!!” (W.Shakespeare)
Düşüncesizce yaşam operasının son aryasında ölüm müziğinin son notasında geriye sadece korkuya teslim etmediğimiz yaşanmışlıklarımız kalmayacak mı?
En azından yılın ilk günü korkuyu, endişeyi bünyeye sokmayacaktım. Evdekilerle de ekonomi sohbetlerine girmedim. Rahmetli babaannemin tezi kim bilir belki de gerçekçi sayılırdı. “Su yolunu bulur” derdi.
Çünkü sadece gücün karanlık tarafına odaklandığımızda onun etkisi kendisinden daha büyük oluyor. Korku hepimizi eylemsizleştiriyor. Kendi etki alanımızdaki şeyler için değiştirebilme gücümüzü zorlayabiliriz, ancak bizi etkileyen ama bizim değiştiremediğimiz durumlar için sadece enerji kaybı yaşıyoruz..
Korku dikte yönetişim anlayışının da en etkili silahı sayılabilir. Toplumsal duyarlılığımıza göre önümüze konulan argümanlar bizi kontrol edebilir. Aslında istenen tek prototipte sistemi zorlamayı düşünmeyecek popülasyonlardır.
Korku virüs kadar bulaşıcıdır.
Yeniden izlediğim çikolata filmiyle düşüncelerimi besledim. Çoğunuz izlemişinizdir; “Kırmızı pelerine sarılmış bekâr bir anne ve kızının küçük bir kasabaya gelmesiyle serüven başlıyor. Anne-kız bağnaz kasabanın muhafazakâr dünyasında tam da büyük bir perhizin ortasında, nefis bir çikolata dükkânı açıyorlar. Ahalinin önderleri önce kuşkuyla giderek öfkeyle bakıyorlar; İlmek ilmek ördükleri korku iklimini bozmaya çalışan anne ve kızına … Ezber bozan anne kız sevgiyle dükkândan kakao kokusu yaymaya devam ediyorlar. Bu koku öyle davetkâr, öyle tahrik edici ki, bir süre sonra halkın sabır taşı çatlıyor. Bu muhafazakâr kalabalıklar bu günah çağrısına uyup birer ikişer dükkâna damlamaya başlıyor. Ve kırmızı pelerinli aykırı kadın, her gelen müşteriye, kendi damak zevkine ve ruh haline uygun bir çikolata armağan ederek onların bilinçaltında saklı kalmış korkuyla bastırılmış duyguları açığa çıkarabiliyorlar.”
Sahiden insanlığın orjini kabul edilen Adem ve Havva da korkup yasak elmayı dişlemeselerdi bugünü yaşıyor olamazdık…
Gerçekten tarih devasa bir yalnızlar ve sürüden ayrılabilenler kulübü aslında… İsimlerini yüzyıllardır zikrettiğimiz insanlar korkuya yenik düşmeden kendilerine inanıp geriye iz bırakanlardır.
Son dönemlerdeki toplumsal gündem, yaşanan içte ve dışta trajik olaylar kişiliklerimiz üzerindeki baskıyı giderek artırıyor. Kapana kısılmış duygusunu herkes hissetmeye başlıyor. Ekonomideki güven endeksinden tutun da temel güven gereksinimimize kadar sekteye uğruyor.
Bütün bu kompozisyona felaket çığırtkanlığı yapanlar da dahil olunca psikolojisi bozuk toplum olma yolunda ilerliyoruz.
Farklı perspektiften bakmaya çalışıp umutlarını filizlendirenler bu dönemlerde kabul görmüyor. “Büyük adam kucağında yaşadığı toplumun üvey evladıdır” diyen Cemil Meriç tam da toplumsal algımızı yansıtıyor “O yarının ötelerdeki bir toplumun çocuğudur” diyerek de öngörünün geleceği şekillendirdiğine işaret ediyor…
Günümüzde var olmaya çalışanların aksine, varlıklı olanların itibar görmesi de hepimizin sahip olduklarımızla varlığımızı özdeşleştirmesinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum!
Elbette zor bir yıla uyandık, korku yine pusuda bekliyor ama biz de artık bağışıklık kazandık yok öyle hemen yelkenleri indirmek!!!
Mutlu seneler…