Kimi zaman, kimi insanların aralarında görünen uyumun aslında baştan fark edemediğimiz güçlü zaaflar olduğunu anlar ve şaşırırız.
Geçen hafta doların düşmeyen tansiyonu, bedenimizi esir alan inatçı griple mücadelemiz ve Türkiye’nin hızlı atan siyasi nabzı aklıma neleri getirdi. Bizim gibi göçebe yaşamdan şehir yaşamına hızlı geçen toplumlarda ilişkileri tesis eden biat kültürü, ekonomimizin ve siyasetimizin de ana unsurlarından biri sayılmaktadır. Ancak hepimizin zorlandığı bir konu da, yaşadığımız dönem; risk toplumu.. Hiçbir şey eskiden kurulduğu gibi devam etmiyor. Örneğin eskiden bir işe girip oradan emekli olunabilirdi. Sadakat iki taraf için de yazılı olmayan önemli bir hasletti. Bugün hiçbir şey sabit değil. Hatta bir süre sonra meslekte güncelliğini kaybedebiliyor.
Çocuklarımıza baktığımızda görüyoruz ki faks makinesini ve faks çekmeyi bilmeden yaşamlarını sürdürüyorlar. Bir tuşla dünyaya bağlanabiliyorlar. Benim anlattığım doğrularımı sorgulayıp düşünüyorlar.
Bazen de bütün bu hızlı değişimlere rağmen yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, aynı yörüngeden uzaklaşmayan takımlar görüyoruz. Farklı düşüncede olduklarında da dışlanma ve aykırı düşme endişesi ile sessiz kalmayı tercih edebiliyorlar. Oysa düşüncemizi uygun dille ifade ettiğimizde beyin daha berrak ve yeni etkin düşüncelere gebe kalıyor. Beynimizi küstürdüğümüzde, akıl ve zihin korkulara yelken açabiliyor.
Böyle durumlarda benim aklıma Mevlana’nın çok güzel bir sözü geliverir.
Mevlana’ya sormuşlar:
– Bu kadar kuş hiçbirinden ayrılmazken şu ikisi neden ayrı uçuyor?
Mevlana cevaplamış:
– Çünkü o kalabalık olan topalların birlikteliğidir.
Bizlerin yaşadığı da bazen çıkarların anlık doğrularla tek potada buluşması, zaafların birlikteliği; bazen de sürü mantığından çıkmadan sürü mantığının dayanılmaz kolaycılığıdır. Bizim gibi feodal birlikteliklere yatkın toplumlarda özgün ve özgür kalabilmek aslında akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Sistemlerimiz kişiye endekslidir.
Elbette bütün takımları ve birliktelikleri kategorize edemeyiz. Rasyonel doğruların ve akılcılığın önemsendiği birlikteliklerde yaşam zor ama üretkendir.
Kişileri olduğu gibi grupları da tektipleştirmek ütopik bir yaklaşım, farkındayım. Ama toplum olarak da patolojik birlikteliklere yatkınlığımızın da farkında olmalıyız. Birlikteliklerin orjininde değer odaklı, üretime dayalı ve ötekileştirmeyen prensipler olduğunda sandalyelere oturanlar değişse de kurdukları sistem baki kalabiliyor.
“Dört üniversite öğrencisi uyanamadıkları için matematik finaline geç kalırlar ve okula gidince hocaya arabalarının lastiğinin patladığını söylerler. Hoca ilk başta inanmaz ama öğrencilerinin yalvarmalarına dayanamayarak onları 3 gün sonra telafi sınavına alacağını söyler. Sınav günü gelince hoca 4 öğrencinin hepsini boş bir salonun ayrı ayrı köşelerine oturtur. Sınav geçme sistemine göre 100 üzerinden 50 puan alan herkes sınavı geçebilir. Hocanın hazırladığı sınavda ise ön sayfada 10’ar puanlık 4 tane basit matematik sorusu vardır. Bunları çok kolay çözerler. Ancak arka sayfada ise 60 puanlık tek 1 soru vardır: Arabanın hangi lastiği patladı?”
Ortak yanlışların gücü, sanılanın aksine bumerang etkisi ile daha tehlikeli olabiliyor. Günümüzde mutlaka rüştünü ispat etmiş herhangi bir güç odağına dahil olma zorunluluğu kişileri metazori var olan bir bütünün parçası olmaya zorluyor.Oysa değişimin karşısında hızla değişen konjonktür farklılaştığında, aslında varolanın bir illüzyon olduğunu yaşayabiliyoruz.
Dünyayla entegre yeni neslimiz için sihirli sözcük “özgürlük”tür. Onlar özgür olma duygularını ipotek altına almayan toplumlarda yaratıcı olabiliyorlar. Aslında özgür olabilmeyi yeni nesle vaat edebilmek, büyük bir sıçrama günümüz Türkiye’sinde. Riskli bir kavram gibi görünse de yeni neslin can suyudur. Özgürlük, biraz ucundan kıyısından olabilen değil; Sartre’nin dediği gibi: “Ya özgürsünüz ya köle”. Böyle olunca önce bireysel özgürlüğünü algılayan kişi, özgür nesille iletişime geçebiliyor.
Toplumsal algılarımız, bizim bireysel davranma özgürlüğümüzü zorluyor gibi görünse de, kişilerin temel ihtiyacını yok sayan hiçbir kuramın uzun ömürlü olmadığını da hatırlatmamız gerekebilir.
Sadece günümüze özgü olmayan hoşgörüsüzlük geçmişin de içinden geçtiği bir toz bulutu gibi. Dertler ve sıkıntılar her dönemde varmış, olacak da. Keza, 19. yy’da İngiltere’de yaşananları incelediğimizde dokuma tezgâhlarından makineleşmeye geçilince işçiler makineleri kırmışlar(!)
Her birimiz yerçekimine karşı koyamayacağımız gibi değişime ve özgürlüğe de sırtımızı dönemeyeceğimizi nihayetinde öğreneceğiz.
Keyifli pazarlar..