“Adam terziye gidip bir takım elbise diktirmiş. Eve gelince karısı kıyameti koparmış. “Bak!” demiş. “Görmüyor musun, sağ omzunda kocaman bir pot var? Derhal bu elbiseyi geri ver.” Adam tekrar terziye dönmüş. Omzundaki potu göstermiş, karısının çok söylendiğini anlatmış. Ama terzi kendinden son derece emin demiş ki: “Senin omzun yanlış duruyor birader. Böyle durursan tabi pot olur. Sağ omzunu şöyle öne çıkar, tamam! Bak şimdi pot falan var mı? “ Adamcağız yine eve kafası karışık dönmüş. Karısı kocasını aynı ceketle görünce iyice çıldırmış, başlamış bağırmaya: “Baksana yahu, sol tarafın iyice bozulmuş. Kolun sarkıyor, omzun bozuk! “ Terzi ısrarıyla yine adamı suçlu çıkarmış. “Bak birader senin sol tarafında bir çarpıklık var. Sol kolunu şöyle arkaya kıvır, omzunu da ileri ver, hafifçe de öne eğil, bak pot kalıyor mu? “ Adam denileni yapmış ve sokağa çıkmış. Karşıdan bir karı koca geliyormuş. Yanından geçerken birbirlerine: “Bak zavallı adam sakat ama terzisi çok iyiymiş. “
Geçtiğimiz hafta Balkantürksiad’ ın 11.Ekonomi Zirvesi için gittiğimiz Slovenya’ da şehir turunda gezerken birden bu anekdot geliverdi.. Özellikle bizim toplumumuzda yaygın bir kanı vardır; çoğunluğa dâhil olma içgüdüsüyle parçası olduğumuz yozlaşmayı görmeyiz veya görmek de istemeyiz. Yeterli çoğunluk bir şekilde sağlanmışsa en sağlam metot o çoğunluğun içinde yer almaktır.
Slovenya’da estetik değerlerin tarihi dokuyla birleşmesi şehirlere de farklı bir estetik kazandırmış. Kişiler de şehrin estetiğine uyumlu sakin ve huzurlu nehrin kıyısında kahvelerini yudumlarken kimisi karşısındakiyle sohbet ediyor, kimisi de yalnızlığıyla barışık kahvesinin keyfini çıkarıyor. Zengin bir Avrupa ülkesi değil ama kültürel ve tarihi dokusu diğer Balkan ülkelerinden farklılaştırıyor bu ülkeyi.. Kişiler sabah koşularını yapıp bisikletleriyle işlerine gidiyor. Parkta oturup dinlenenlerin elinde mutlaka kitapları var. Sadece kendiyle meşgul karşı masayı röntgenleme becerileri gelişmemiş..
Sadece maddesel zenginlikle gelişmeye odaklandığımız ülkemizde çevremize baktığımızda yaşamı ve doğanın sunduğu güzellikleri nasıl ıskaladığımızı fark ettim.. Birbirimizle didişmekten kendimizi de gerçekten tanımadan bir bakıyoruz, son demlere gelmişiz.. Hepimiz de bir avuç suda fırtınalar yaratmışız. Sanıyorum bizim şovenist ruhumuz üç tarafı denizle çevrili doğanın tüm güzelliklerinin yaşandığı bu ülkeyi de sadece siyah beyaz algılıyor.. En çok da aydın olarak geçinip de lümpen yaşamlarından başka bir etkileri de olmayan kesimi bu yanılgının başaktörü düşünüyorum.. Çünkü cahil bilmediğinin farkındadır ama yarıcahil ise tüm yaşamın, demokrasinin ve hukukun yeniden kitabını yazar.
Bazen beş yaşındaki çocukla bile rahatlıkla konuşabildiğiniz gerçekleri, saçı sakalı ağarmış insanlara anlatamayız bir türlü. Yaş almak, sığlıklarını, görgüsüz- lüklerini törpülemez; tam tersi sivrileştirir. Düşünmek; önyargılardan, ön kabullerden, fanatizmden, kavgadan, karşı tarafa laf sokma şehvetinden, ideolojiden, gündelik siyasetten, – iyi ama bu gitsin de o mu gelsin? – basitliğinden, polemikten, aidiyetten, klişeleri temcit pilavı gibi tekrarlamaktan başka bir şeydir. Bize öğretilen düşünmek ise başkasını yerip kurnazlık becerisini tasarlamaktır. Hal böyle olunca kazananı olmayan bir toplum olarak fabrika adetiyle gelişmişliğimizi ölçmeye kalkıyoruz. Bunu da en çok kendimizi aydın saydığımız halde bizler yapıyoruz.
Son yıllarda da bu bir toplumsal patoloji oldu. Bakıyoruz adam bir şeyler yapma gayretiyle bir iki adım önde; nerden tutup geriye çekeceğimizi bilmiyoruz..
Aydın geçinenlerin egosunun yansımasıdır toplumdaki yaşadığımız topallıklarımız da! Kimi zaman rastlarız karar mekanizmalarında; hiçbir akademik vasfı yetmeyenler bütün süreci yönlendirir.. Bu onun kişisel başarısı değildir. Bu işi layığıyla yapacak kişilerin küstürülüp kompozisyonun dışına atılmasındandır.
Öyle ki yeni yaşadığımız genel seçimler bile toplumda çok rahat faz ayrımını tetikledi.. Dindarsan buradan, Atatürkçü ve laiksen şuradan buyurun şeklindeki dayatmalar , beklenen ayrıştırmayı da gerçekleştirdi.. Bu ayrışmanın temelinde de ne dinin ne Atatürkçülüğün gerçek temellerinin öğretilmek istenmemesinden diye düşünüyorum. Bizim yapamadığımız doğanın kanunlarını da yok sayıp yerçekimine inat ütopik yaşamamızdır. Başkalarına değil kendimize samimi olup yüzleşebilsek bizim denklemimizin en önemli bileşenleri netleşecektir..
Nerden nereye…
Ağız tadıyla size Slovenya’yı anlatacaktım. Yine dayanamadım akıl almaz ego hâkimiyetine!! Kurguladığımın dışında aklıma geliverenleri biz bize paylaşıverdim..
Keyifli Pazarlar..