Tarla ve bahçelere en çok mısır ekilirdi. Caminin duvarına bitişik bahçeyi dedem kira ile tutmuştu. Artık bizim de iki ineğimiz olmuştu. Dedem cami imamıydı ve her namazdan sonra bahçeye geçer, üç bin metrelik bahçede durup dinlenmeden çalışırdı.
Bahçeye ilkbaharda dedem de mısır ve mısır diplerine fasulye ekerdi. Mısırlar, toprağın üzerine iki karış çıkınca çapa yapılır, çapa ile toprak kökün etrafına toplanıp yükseltilirdi, böylece kökler güneşten etkilenmez sağlıklı bir biçimde boy atardı.
Bahçenin neredeyse en dışa bakan kenarlarına süpürge, kabak, var olan iki üç çelimsiz erik ve şeftali ağaçlarının altına su kabağı ekilirdi. Mısırlar boy verip koçanlar- ki genelde iki adet olurdu- görünmeye başladığında sulanırdı. Su Gökdere’nin betondan olan bendine tahtadan yapılmış olukla indirilir, mahalleye kazılmış arkla getirilirdi.
Mahallede tarla ve bahçesi olanlar, kimi gece kimi gündüz sıra ile sulardı. Ben de bir iki defa bahçenin sulanmasında görevlendirildim. Su bahçeye ulaşıp iki mısır sırası arasında küçük bir arkı andıran yoldan giderken çıplak ayaklarla suyu takip etmek, bahçenin ucuna geldiğinde tekrar en başa gelip yan çizgiye aktarmak başka bir keyif verirdi bana.
Su bazen azalır, bu esnada hafif tümsek olan bir mısır köküne oturur Tommiks ve ya Teksas okurdum. Esen hafif rüzgârda mısırın ince, uzun, ucu sivri yaprakları birbirlerine sürterek kulağa hoş gelen ve dinlendiren bir hışırtı sesi çıkartır, serinlik verirdi. Bahçenin sulanması iki üç saat içinde biterdi. Çamurlu ayaklarla caminin küçük ön bahçesine geçer tulumbada ayaklarımı yıkardım.
Olmuş taze mısır koçanlarından torba ile eve getirir közde pişirerek, bazen de kaynatarak yerdik.
Un yapacaklarımızı saplar üzerinde iyice olmasını kurumaya başlamasını beklerdik. Artık kurumaya yüz tutmuş sapları kesmeden önce koçanlar toplanıp çuvallara konur evde kimi tavan arasına kimini müsait yerlere asardık.
Üsküp’te sırf mısır için ahşaptan, her tarafından hava alan bir ambarımız olduğunu hatırlıyorum. Burada elde ettiğimiz ürün ambarı gerektirecek kadar değildi. Kuruyan sapları da kışın ineklere yedirmek üzere samanlığa istiflerdik. Sapları kesmek istiflemek taşımak bir hayli zahmetliydi.
Sonbaharla birlikte bahçedeki mahsuller toplanır ikinci bir mahsul ekmek için sürülürdü.
Bol olan süpürgelikleri süpürge yapmak için kuruturken, uzun saplı geniş gövdeli su kabaklarının yuvarlak gövdesinin tam ortasını keser içindeki tohumları dışarı çıkarır temizler güzel bir su kabı elde ederdik. Bu kabı en çok banyoda kullanırdık, ben ayrıca bu kaptan su içmeyi çok severdim. Bol olduğunda sukabağı, süpürgelikleri ve balkabağını komşulara verirdik. Her evin komşu evine sınır olan duvarına yapılan bir küçük kapıdan geçilirdi.
Güzel yıllardı. İnsanlar güleryüzlü, yardımsever, çalışkan ve dürüsttü. Sabah erken kalkılır akşam karanlığına kadar evde, bağ ve bahçede çalışılırdı. Dünya sanki bizim mahalleden ibaretti.
Hüsnü Amca’nın geniş bahçesindeki iki katlı evinin önünde geniş bakır tavalar konur, altına ateş yakılır, asmalardan toplanan üzümler burada pekmez olurdu. Ateşin verdiği sıcaklıktan tavadaki üzümler kaynar, köpük yapmaya başlayınca kadınlar ellerindeki tahta küreklerle karıştırırlardı. Biz çocuklar bu işlemi hayretle izlerdik. Başka bir evde pekmez yapıldığını görmedim. Neredeyse her evde asma olurdu ama pekmez yapacak kadar üzüm sadece Hüsnü Amca’da vardı. Mahallede Selam Amca’dan sonra en geniş arazi ondaydı.
Hüsnü Amca çalışkandı. Yedi sekiz dönüm bahçeyi atla sürer eker biçerdi. Bahçesinde Üsküp’ten getirip diktiği armutlar,sarı, hafif kırmızı renkte tatlı küçük olur ve bol miktarda meyve vermeye başlamıştı. Aynı armut cinsi Sefer amcanın bahçesinde de vardı.
Hâlâ duruyor, oğlu Lütfü armutlar olduğunda bir naylon torba içinde babama getirir, bazen kahvede bizlere de yedirir. Armutlara hiç ilaç atılmazdı ve Lütfü hâlâ atmıyor.