Teker daima tam döner gerçeğinden baktığımızda, gücün toplumlar arasında teker misali döndüğünü ve yer değiştirdiğini görürüz. Bu süreç kimi toplumlar için yavaş, kimi toplumlar için kısa seyretmiş olabilir. Yani kimi toplumlar gücü uzun süre muhafaza edebilmiş, kimi toplumlar içinse gücün muhafazası yeterince uzun süreli olamamıştır. Ama günümüz dünyasında oluşturulan algı, Batı sanki bugünkü gücünü çok eskilerden yaratıp zamanımıza kadar taşıdığı biçimindedir. Tarih bunun böyle olmadığını, medeniyetlerin, siyasi, iktisadi güçlerin, bilginin sadece bir topluma, bir bölgeye, bir ırka ve bir inanışa ait olmadığını bilakis toplumlararası yer değiştiğini ve her değişimde de geliştiğini gösteriyor.
Batı dünyası “ben” kompleksi içinde kendini üstün gösterme çabası içinde olabilir. Hatta bugün itibarıyla üstün olduğunu da kabulleniriz. Ama bu hiçbir zaman Batı’nın ezelden beri bu konumda olduğunu ispat etmez. Bilim tarihine Batı gözlüğüyle bakanlar, Batı’nın bugünkü bilimsel üstünlüğünü “Eski Yunan- Roma kültür kökenine ya da “Yahudi-Hırıstiyan din kökenlerine bağlayarak: ‘Doğu’nun bugünkü geriliği tümüyle İslamın gerici bir din olmasından kaynaklanmaktadır; Doğu İslamdan çıkmadıkça bilimde ilerleyemez” görüşünü yaymaktadır. Bu anlayış bilim tarihiyle çelişmektedir.
XIII. yüzyılda Paris ve Venedik ayrı tutulursa, Batı’daki hiçbir kentin nüfusu 100 bini aşmıyordu. En önemli kentlerden çoğunun, örneğin Cenova, Milano, Floransa, Gand, Bruge’in nüfusları 50 bin dolayındaydı. Buna karşılık büyük Müslüman şehirlerinin, Bağdat, Kahire, Şam, Antakya, Kurtuba ve İskenderiye’nin nüfusları yüzbinlerle dile getiriliyor, kimilerinin nüfusu milyonu buluyordu.
Harunureşid’in 380 milyon franklık bir geliri vardı. 1300’lere doğru Cengiz’in yerine geçen İran hanı yılda 700 milyon kasasına koyuyordu.
X. yüzyılda Kurtuba’daki halife yılda 8 milyon altınpara topluyor, hazinesindeki servet ise 250 milyonu geçiyordu. Fransa Kralı’nın XV. yüzyılın ortalarında 12 milyon franktan biraz daha fazla varidatı vardı. Charles Quint hanedanlığı 900 ciltlik kütüphanesiyle övünülür, oysa daha dört yüz yıl önce İspanya’daki halifenin kütüphanesinde 400 bin kitap vardı. Bu sayısal karşılaştırmalar, o dönemde Hıristiyan dünyasıyla Müslüman dünyası arasındaki inanılmaz fark hakkında oldukça doğru bir fikir edinmeye yardımcı olacaktır.
Hıristiyan Avrupa, düşmanları olan Müslümanlara karşı kalkınma çabaları içindeyken kesinlikle kör bir kinin tutsağı olmamıştır. Tersine, Müslümanların apaçık üstünlüğüne saygı duyarak onlarla sıkı ve etkin siyasi ve ticari ilişkilere girmiş, fikri alışverişte bulunmuştur. Bugünkü modern Avrupa’yı oluşturan, İslam karşısında birbirine kökten aykırı iki eğilimin bileşimidir. Bir yandan İslama karşı çıkarken, bir yandan da onu taklit etmek…
Hıristiyan Avrupa’nın gözünde Müslüman Araplar hem düşman, hem örnek öğretmen, öğreticidir.(…) Sonradan II. Sylvester olarak papalık tahtına çıkan Gerbert, İspanya’da Arap ulemasının gözetiminde üç yıl öğrenim görmüştür, ayrıca o dönemin Hıristiyan entelektüelleri Müslümanların kıyafetlerini giyerlerdi. Avrupa’da rahipler bile yapıtlarını Kurtuba halifesine ithaf ediyorlardı.
Almanya, İtalya ve Fransa’daki rahip adaylarının İspanya’daki Müslüman okullarına akın etmesi Pierre le Venerable’i kaygıya düşürüyordu. Prens ve soylular hastalandıklarında tedavi için Kurtubalı Müslüman doktorlara gidiyordu. Norbonne, İspanyol Yahudilerine salt Arap bilimlerinin okutulduğu ünlü bir okul kurdurmuştu.
Bu arada Asya ile Avrupa arasında kültürel aracı konumunda olan Yahudilerin Ortaçağda olsun, Rönesansta olsun, düşünsel ve iktisadi açıdan Avrupa uygarlığının oluşumunda önemli rol oynamışlardır.
IX. yüzyılda İtalya’daki Amalfi kenti Sicilyalı Müslümanlarla bağdaşıktı. İmparator II. Louis, Napoli’yi Palermo denli Müslüman olduğu için övüyordu. XIII. yüzyılın ortalarında, II. Frederic, Arapça konuşuyor ve Palermo’daki sarayına sayısız Arap doktorları girip çıkıyordu. İngilizlerin ilk altın parası bir İslam Dinarı olarak basılmıştı. Paranın arkasında Latin yazısıyla “Offa Rex”(Kral Offa) ve adının çerçevesinde de Arap yazısıyla Arapça “Muhammed Tanrı’nın elçisidir” yazılmıştır. İşin doğrusu ne Doğu doğudur, ne Batı batıdır. Biri olmadan diğerinden söz edilemez.