Eleştirel ama şefkatli bir gözle Batı’ya bakan Müslümanlar, eski zamanlardaki nefis muhasebesinin günümüzde yapılmayışından dolayı epey rahatsızdırlar. Müslümanlar bu rahatsızlıklarını ortaya koyarken kendi yaşam dünyalarının da, aile yapılarının da her geçen gün Batı örneğine kaydığını yeterince göremiyorlar.
Belirtilmesi gereken şu ki,hâkim kültürün artık geçmiş ahlaki ve kültürel mükemmelliğe atıfta bulunarak kendini beğenmişlikten vazgeçme gibi bir tavrı yoktur. Batı ve İslam toplumları küreselliğin getirdiği yeni tüketim alışkanlıklarının mahkûmu olmuşlardır ve bu girdaptan çıkış hiç kolay değildir. Çünkü günümüzde, mevcut olana uyumun talep ettiği paradigma, daha ziyade, tabiatında hep değişim olan liberal konsensüs paradigmasıdır. Buna göre ihtiras duygusuyla tersyüz edilmiş şu dünyada model olarak iş görecek olan gelecektir; geçmiş asla değil! Aslında son derece saldırgan (“kutsala saygısız”) olan bu söylem, güya özerk halk rızasınca üretildiği varsayılan kuşatıcı liberalizme karşı koyan toplumlarda değil, halkın rızasının gerçekte çoğunlukta medyaya hükmeden ve gitgide acaipleşen eşi görülmemiş biçimlerde kamuoyuna şekil veren küçük, kişisel olarak ahlaksız ve aynı zamanda ideolojik bir dürtüyle hareket eden elitler tarafından belirlendiği modern toplumlarda varlığını sürdürebilir.
Ailenin konumu(birçok araştırma ve tartışmaların dışında) üzerindeki münakaşa, göbeği yağ bağlamasına karşın “çökmüş” olan Kuzey ile gitgide daha da yoksullaşan Güney arasında mevcut olan bir ideolojik çarpışmanın tam ortasında yer almaktadır.Yine Avrupalı Müslüman topluluğu da, bu çarpışmanın ortasında, kendisini tanımlamaya ve hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor. Her iki taraf için de son derece hayati olan bu kültür çatışması kaçınılmaz şekilde gündemi en üst noktada işgal etmektedir. Televizyon haber ve programlarda, üçüncü dünyanın katı bir şekilde aile-merkezli oluşunun hastalıkları konu ediliyor. Ortalama bir Batılıya göre, bu tek yönlü polemik tatminkâr ve tartışma götürmez görünüyor. Ama aslında bu polemik, Batılıların kendi toplumlarında var olan sorunları hafif görmelerine yarayan üstünlük varsayımlarından kaynaklanıyor. Kamuoyu da, en mutedil ama kendi haklılığını iddia eder- bir biçimde ifade edildiği şekliyle “Filistinliler, Bosnalılar, Iraklılar, Suriyeliler ya da Zapatistalar” işledikleri günahların kefaretlerini ödüyorlar düşüncesiyle şekillendiriliyor. Bu aslında modern Batı’ya ait sosyal öğretilerin yeni emperyal ideolojilere dönüşmekte olduğunu gösteriyor.
Son yıllardaki gelişmeler, sınıf, ırk ve iktisat açısından Avrupa’nın büyük kısmında şimdiye kadar marjinal kalmış veya uyum gösteren Müslüman topluluklarının bundan böyle potansiyel olarak çok daha şiddetli bir yabancılaşmaya maruz kalacağı anlamına gelmektedir. Diğer taraftan Batı bunlarla uğraşırken aile kurumu hızla çöküyor. Bu durumda başta Avrupa’da yaşayan Müslüman topluluklarının ailelerini muhafaza etmeleri hayati bir öneme sahiptir.
Son yıllarda Britanya’da bazı dindar şahsiyetler ailenin ilerleyen çöküşü trajedisini dillendiriyorlar. Mesela, Liverpool Piskoposu ile Hahambaşısı bu süreci genel istatistiklerle özetlemişlerdir. Bugün İngiliz çocuklarının %35’i evlilik dışı doğuyor. Boşanmalar hızla artıyor. ABD’de mahkûmların yarısından çoğunun parçalanmış aileden geldikleri erkek ve kadınların orta ve ileri yaşlarda dahi anne-babalarının boşanmasından derin psikolojik zarar gördükleri biliniyor.
Aile kurumunu muhafaza edemeyen toplumların geleceği olamaz. Aile kurumunu koruyamamış toplumlar çökerken dünyaya da ciddi bir kötü miras bırakacaktır. Bugün terör örgütlerine baktığımızda parçalanmış ailelerin çocuklarını devşirdiklerini görürüz. DAİŞ’in militan yapısı bu gerçeği görmeye yeter.