Enflasyon artışına bağlı olarak alım gücünün düşmesi, asgari ücret beklentilerini yükseltirken, Doç. Dr. Baki Demirel’den konuyla ilgili sarsıcı bir açıklama geldi. Demirel, asgari ücretin açlık sınırı olan 5 bin 250 liraya yükseltilmesi gerektiğini savundu: Asgari ücretin 5 bin 250 lira olması istihdamı bir miktar artırabilir. Ancak öncelikle ortalama ücretlerin asgari ücretlerden uzaklaşması ve asgari ücret alan çalışan sayısının azaltılması gerekiyor.
Son aylardaki kur artışının nedenlerine de değinen Demirel, “2018 yılından itibaren güven krizinin içindeyiz. Bu kriz bitmiş değil. Son dönemde, küresel koşullar ve salgının iktisadi etkileri ile birlikte artan riskleri göz önüne almayan politika hataları bu krizi daha da büyüttü. Dolarizasyonun faize olan duyarlılığı arttı” diye konuştu. Demirel, yüksek kur, cari fazlalığa bağlı yüksek büyümenin de Türkiye koşullarına uygun olmadığını belirtti.
————————-
Demirel, son ekonomik gelişmelerle ilgili önemli açıklamalar yaptı.
GELİŞEN EKONOMİLER SALGIN SONRASI LİKİDİTE BOLLUĞUNDAN YARARLANAMIYOR
2012 yılına kadar Türkiye’de döviz kuru yatay seyrederken, son 10 yılda ciddi yükselişler oldu. 2000’li yılları dünya genelinde paranın bol olduğu bir dönem olarak hatırlıyoruz. Ancak kurdaki yükselişleri, sadece dünya konjonktörüyle açıklayabilir miyiz?
Aslında FED, 2020 Covid 19 salgın krizinde 2009-2013 döneminde yaptığı parasal genişlemeden daha fazla bir parasal genişleme yaptı. Yani küresel likidite bolluğu bu dönemde de söz edilebilecek bir durum. Üç nedenden dolayı Türkiye başta olmak üzere gelişen piyasa ekonomileri bu para bolluğundan yararlanamadı. Birincisi, salgın krizi küresel belirsizlikleri çok yükseltti ve para güvenli limanlarda kalmayı tercih etti. İkincisi, gelişen piyasalar artık çok borçlular ve dolayısıyla daha fazla istikrarsızlar/kırılganlar. Ayrıca gelişen piyasalar artık eskisi gibi güçlü büyüme hikâyesi sunamıyorlardı. Ve son olarak Türkiye özelinde söylemek gerekirse, özellikle 2018 kur şokunun yarattığı güven krizi ve ekonomi politikası hataları, gelirlerin giderek azalmasının yol açtığı istikrarsız iç talep, yabancı sermayenin uzaklaşmasına neden oldu.
“YAPISAL DÖNÜŞÜM OLSAYDI ENFLASYON SORUNU YAŞAMAZDIK”
Bazı ekonomistler, Türk lirasının değer kazanması ve ekonomik istikrarın sağlanması için, yapısal reformların hayata geçmesinin şart olduğunu savunuyorlar. Yani, yapısal reformlar yapılmadığı sürece ekonominin kalıcı olarak iyileşemeyeceğini öne sürüyorlar. Bu teze katılır mısınız?
Ekonomide yapısal dönüşüm olmadı. Hala üretim yapımız düşük ve orta-düşük teknoloji, yani emek yoğun biçimde. Üretim yapımızı dönüştürecek bir plan ya da politika uygulanmadı. O dönem küresel likidite bolluğu görece daha fazla büyüme potansiyeline sahip veya daha yüksek faiz sağlayabilen gelişen piyasalara daha fazla yabancı sermayenin girmesine yol açtı. Türkiye de bu sayede ucuz dövizle daha fazla borçlanabildi. Şirketler ve bankaları kastediyorum. Ancak bu onların bilançolarının dolarlaşmasına ve yüksek kur riski taşımalarına neden oldu. Halen o dönemin sıkıntılarını çekiyoruz. Eğer yapısal dönüşüm olsaydı, dövizin bol, Türk lirasının değerli olduğu o dönemde bile yüksek enflasyon sorunu yaşamazdık ya da enflasyon hedeflerini tutturabilirdik. Ancak başarısız olundu biliyorsunuz.
“ARKA KAPIDAN DÖVİZE MÜDAHALE EDİLDİ”
23 Kasım’da dövizin yükselmesi ve 24 Kasım’da geri çekilmesinin sebepleri neydi?
Kamu bankalarının dövize müdahale ettiği haberi Bloomberg’de çıktı biliyorsunuz. Yine arka kapıdan dövize müdahale yapıldığını düşünüyorum ben de.
“SORUNUMUZ GÜVEN KRİZİDİR”
Son yıllarda faizleri düşürünce döviz yükseliyor, döviz yükseldiğinde faizler artırılıyor. Bu kısır döngünün sebepleri nelerdir?
2018 yılından itibaren güven krizinin içindeyiz. Bu kriz bitmiş değil. Son dönemde, küresel koşullar ve salgının iktisadi etkileri ile birlikte artan riskleri göz önüne almayan politika hataları bu krizi daha da büyüttü. Dolarizasyonun faize olan duyarlılığı arttı. Bence sebep bu.
Türkiye, yüzde 15’lik oranla Arjantin’den sonra dünyanın en yüksek faiz veren ülkesi. Ancak pandemiden sonra bazı ülkeler faizi artırma yoluna girdi. Dövizin yükselmesi pahasına, yüksek faiz tercih edilmeli mi?
Evet, Türkiye nominal olarak hala en yüksek faiz veren ülkelerden birisi. Üstelik BİST’de Türk lirası birim olarak değer kazanmaya devam ediyor. Buna rağmen yabancı girişleri, çıkışlarından daha az. Neden böyle diye düşünmek gerekiyor elbette. Öncelikle yoksullaşan ve gelir dağılımı bozulan bir ekonomide yatırımlar artmaz. Dolayısıyla doğrudan yabancı yatırımlar için de cazip değildir. İkincisi yüksek borçlu bir ekonomimiz var. Üstelik kamu kesimi de son yıllarda dövizle borçluluğunu artırırdı. Buna karşılık döviz rezervlerimiz kısa vadeli borçlarımızı karşılamaktan uzak. Bu bir borç toleransı sorunudur. Elbette ülke risk primimiz daha yüksek haliyle, yüzde 15 nominal faiz yetersiz kalıyor. Çünkü gittikçe yoksullaşan ekonominin borçlarını çeviremeyeceği endişesi güçleniyor. Türk lirası değer kaybettikçe varlıklarınız daha riskli hale geliyor. Yukarıda bahsettiğim gibi ilki doğrudan yabancı yatırımları olumsuz etkilerken, ikincisi nedeniyle yüzde 15 faiz, riskli varlıklar için daha yüksek faiz bekleyen sıcak parayı cezbetmiyor. Yurt içinde de enflasyonun çok altındaki TL getirisi yerli tasarruf sahiplerinin kur belirsizliği altında Türk lirasından kaçmasına neden olarak dolarizasyonu beslemektedir.
ENFLASYONU YARATAN 5 SEBEP
Enflasyonun düşmesi için faiz düşürülüyor. Faiz indirip, enflasyonu düşürme politikası doğru mu? Faiz ve enflasyon ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Türkiye’de yüksek enflasyonun beş temel nedeni var. Ücret-kar çelişkisi ve bölüşüm sorunu, artan yoksullaşma, enflasyonu besleyen en önemli neden. Yüksek döviz kuru ve döviz kuru oynaklığı, özellikle maliyet enflasyonunu besliyor. Yüksek maliyetler ilk nedenden dolayı fiyatlara yansıtılamayınca arz yönünde sorunlar ortaya çıkmaya başlıyor ve sorun devam edecektir. Bu durum da enflasyonu besleyen önemli bir neden. Dolaylı vergilerin toplam içindeki ağırlığının fazla olması ilk nedenden dolayı kamu gelirlerini azalttığı için kamunun yönettiği, yönlendirdiği (doğalgaz, elektrik, şeker, alkollü içecek vs) mallara yüksek zamlar yapılması da enflasyonu besleyen bir nedendir. Tarım politikaları, tarımın ithal bağımlılığı da enflasyonu beslemektedir. Çünkü küresel gıda enflasyonunu daha fazla hissetmemize neden olmaktadır. Enflasyon ataleti, geçmiş enflasyon başarısızlıkları da enflasyona neden olan bir etkendir.
Merkez Bankası’nın faiz artırımına gitmediği sürece, döviz kurunun daha da yükseleceği tezine inanıyor musunuz?
Bu cevabı çok uzun bir soru aslında ancak çok fazla soru sormuşsunuz. Kısaca cevap vereyim. Evet, güven krizi sürdükçe döviz kuru artış eğilimini sürdürecektir.
Bazı ekonomi uzmanları, Cumhurbaşkanı’nın son açıklamaları ve Merkez Bankası’nın hamleleriyle Türkiye’nin yeni bir ekonomik paradigmaya geçtiğini söylüyorlar. Bu paradigma, yüksek enflasyon ve cari fazlaya bağlı yüksek büyüme olarak tarif ediliyor. Bu ekonomik paradigma gerçekçi mi ve Türkiye koşullarına uygun mu?
Türkiye bir yıl önce daha başka bir politika izliyordu. Şimdi yaptıklarının tam tersini yaparak TL’ye değer kazandırmayı başarmıştı. Ben, Türkiye’nin üretim yapısının ve küresel ekonomik konjonktürün yeni paradigma için uygun olmadığını düşünüyorum. Yaşayıp göreceğiz.
“MERKEZ BANKASININ GÖREVİ FİNANSAL İSTİKRARINI SAĞLAMAKTIR”
Bundan önceki Merkez Bankası başkanlarının faizi düşürmedikleri için görevden alındığı iddiası tartışıldı. Merkez Bankası’nın özerklikten uzak algısının ekonomi üzerindeki etkisini değerlendirir misiniz?
Ben enflasyon hedeflemesine karşıyım. Kaldı ki enflasyon hedeflemesi uygulama koşullarına sahip değiliz. Merkez Bankası bağımsızlığı tartışması çok derin bir konu. Ben siyasi baskı olmasa bile dışsal baskınlıktan dolayı Türkiye için imkansız üçlemenin geçerli olmadığını ve MB araç bağımsızlığının sorgulanır, FED bağımlı olduğunu düşünüyorum. Ancak bu şimdi uygulanan politikaları desteklediğim anlamına gelmez. Merkez Bankası’na enflasyon, büyüme, istihdam gibi gerçekleştiremeyeceği görevler verilmemelidir. Merkez bankalarının biricik görevi son ödünç veren olmaktır, finansal istikrardır. Bizim gibi rezerv para sahibi olmayan ülkeler için kur istikrarı da görevi olmalıdır. Ülke parasının itibarını korumak esastır. Bu dediğim Merkez Bankası’na fiyat istikrarı görevi verilmesinden çok başka bir şeydir. Cumhuriye’in kurucu kadroları gibi bakıyorum ben bu duruma.
Merkez Bankası’nın aralık ayındaki PPK toplantısında faiz konusunda nasıl bir adım atacağını öngörüyorsunuz?
TCMB son PPK da aralık ayı içinde de faiz indirimi için alan var dedi. Sayın Cumhurbaşkanı da faiz indirilmesini istiyor. Ben 300 bp indirim gelirse şaşırmayacağım. Gönül ister ki 600 bp indirsinler ve tek haneli rakamlara düşsün faiz.
“TÜRKİYE, ÇİN OLAMAZ”
Hükümetin kurun yükselişine, ihracatı artıracağı ve Türkiye’yi tıpkı Çin gibi Avrupa’nın ucuz işgücünün adresi haline getireceği için bilinçli olarak seyirci kaldığı tezi inandırıcı mı?
Türkiye hem ekonomik hem finansal yapısı, küresel ekonomiye bağımlılığı, nüfusu ve tüketim alışkanlıkları gibi birçok faktör açısından Çin’den farklıdır. Dediğim gibi bekleyip göreceğiz politikaların sonucunu.
Yüksek kur, düşük faiz politikasıyla bizleri ne bekliyor?
Daha fazla yoksulluk.
“ASGARİ ÜCRET YÜKSEK OLMALI”
Enerji ve gıda başta olmak üzere son zamlar vatandaşın alım gücünü düşürdü. Bu da talebe olumsuz yansıyor. Talebi artırmak için ne yapılması gerekir? Mesela asgari ücrete yapılacak yüksek zam, talebi canlandıracak bir hamle mi olur, yoksa işveren maliyetlerini artıracağı için işsizliği mi körükler?
Asgari ücretin DİSK tarafından belirtildiği gibi 5250 TL seviyesine çekilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu artış tam aksine istihdamı bir miktar artırabilir de. Ancak öncelikle ortalama ücretlerin asgari ücretlerden uzaklaşması ve asgari ücret alan çalışan sayısının azaltılması gerekiyor. Her şeyden önce kamunun gelir ve istihdam yaratıcı ekonomide yapısal dönüşümü gerçekleştirici yatırımlarına ihtiyaç var. Ücret artışları da bunun bir parçası. Ve fakat öncelikle yüksek kurdan ve kur volatilitesinin yüksekliğinden kurtulmamız gerekiyor.