Osmanlı’nın yıkılmasındaki süreçlere baktığımız zaman en etkili olayın 1789’da çıkan Fransız İhtilali olduğunu görürüz. İhtilalle beraber milliyetçilik akımları yaygınlaşmış ve her millet kendi devletini kurmalıdır tezi kabul görmüştür. Bu sürecin sonunda ise Osmanlı’nın birçok yerinde bağımsızlık isyanları kendini göstermiştir.
Milliyetçilik akımının etkisini bertaraf etmek için Tanzimat fermanı ile birlikte Osmanlıcılık akımı ortaya atıldı. Böylelikle Osmanlı topraklarında yaşayan herkesin eşit hak ve hürriyete sahip olması amaçlandı. Eskiden devletin kritik makamlarında görev alma fırsatı bulamayan gayrimüslimler bundan böyle yeni bir kazanım elde etmiş oldu.
Osmanlıcılık ile istenilen başarıya ulaşamayan devletimiz mevcut isyanlara engel olamamış, kaleyi içten fethetmek için düşmana ciddi bir koz vermiştir. Bu akımın hiçbir getirisi olmadığı anlaşıldıktan sonra batıcılık fikri ortaya atılmıştır. Batıcılık ile devletin kurtuluşunun Batı’daki bilim, reform ve teknolojiden geçtiği savunulmuştur. Ancak bu girişim de devleti Batı taklitçisi yapmaktan başka bir işe yaramamıştır.
19. yüzyılın sonlarına doğru gelirken devletin kurtuluşunun sadece İslamcılık (Ümmetçilik) akımından geçtiğine inanan Abdülhamid ve arkadaşları farklı bir politika ile kendini göstermiştir. Gayrimüslimler bize her halükârda sırt çevirecek, kendimizden olanlarla aramızı iyi tutalım anlayışı ile bu uygulama yürürlüğe girdi. Ancak İngilizlerle anlaşan Arap aşiretlerine baktığımız zaman bu akımın da maalesef işe yaramadığını görüyoruz.
Sultanzade Sebahattin ise devletin yıkılmasından hemen önce Âdem-i Merkeziyetçilik akımını öne sürmüştür. Bu akım ile Osmanlı içerisinde yaşayan insanlara geniş özgürlükler tanınmış ve isteyen herkesin kendi kurduğu federasyon çatısı altında yaşayabileceği vurgulanmıştır. Maalesef devletin köküne kibrit suyu dökülmüştür.
Kısacası milliyetçilik ile başlayan düşünce akımları sonucundaki bütün siyasi akımlar Osmanlı için daha kötü neticeler doğurmuş oldu. Eğer devleti güçlü tutmak istiyorsak kökeni dışarıdan gelen ideolojilere karşı tedbirli olmamız gerekiyor. Bu akımlar bizim birlikteliğimizi artırmadı bilakis her zaman bölünmelere yol açtı. Şu anda bile aynı ayrılıklar devam ediyor. Milliyetçi olarak tarif edilen insan aynı zamanda İslam dini için kendi canını vermekten bir an olsun kaçınmıyor. İslamcıyım diyen insan da Türk milleti için tüm benliğiyle mücadele ediyor. Sosyal demokratım diyen insan da hak ve adalet istiyor, demeyen de. Aslında milletimizin tamamı aynı şeyi istiyor. Tam bağımsız, hak ve hürriyetlerin korunduğu, Türk coğrafyası ile barış içinde, ümmetin liderliğini yapan, dünyadaki zulme dur diyen, kendi içerisinde huzur ve refah ile yaşayan güçlü bir Türkiye… Hepimizin aynı şeyi istemesine rağmen sanki ortada çok büyük bir mesele varmış gibi kendi içimizde mücadele etmenin ne gereği var?
Dünyayı yöneten iki aileden Rockfeller’in eski başkanı David Rockfeller’in yaşantısına baktığımız zaman hiçbir fikri, düşünceyi, ideolojiyi görmemiz mümkün değildir. “Bana bir ülkenin parasını verin artık o devleti kimin yönettiğinin önemi yoktur’’ sözüyle de siyasete ve paraya bakışını çok iyi özetlemiştir.
Dünyanın en büyük diğer ailesi Rothschil’lerin ise hiçbir devlete bağlılık göstermediği, devamlı olarak savaşan devletlere karşılıklı yardımlar götürdüğü, tüm devlet ve siyasetçiler üzerinden rant elde ettiği ve en sonunda birçok devletin yönetimini ele geçirdiğini görürüz. Kısacası dünyanın en güçlü aileleri bizim uğraştığımız soyut fikirler ile asla uğraşmaz ve bunlarla bizim uğraşmamızı isterler.
Müreffeh bir Türkiye istiyorsak yapacağımız şey aslında çok basit: Ben şucuyum ben bucuyum gibi gereksiz sıfatları kullanmadan hak ve adalet neyi gerektiriyorsa onu uygularsak, Batı’dan türetilmiş kavramların peşinden sürüklenmeden, benden olana evet deyip karşıdakine hayır demezsek, bu ülkede yaşayan herkes bendendir diyerek, kendi işimizi en iyi biçimde icra edersek, özlemi çekilen Türkiye’nin gerçekleşmesi işten bile olmayacaktır.