Kurulduğu günden bugüne kadar AK Parti’yi destekleyen gazeteciler arasında daha önce yaşanmamış bir tartışma kamuoyunun hayretli bakışlarıyla takip edildi. Hangi grup tasfiye olacak, kim daha reisçi gibi cümlelerle birbirlerine yüklenen yazar ekibi gündemimizi uzun süre meşgul etti.
Genel Başkan sayısı arttıkça gruplaşmalar da kendisini gösterdi. Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nun sevdiği ve desteklediği isimler ile Erdoğan’ın sevdiği insanlar bir anda rakip gibi kavga etmeye başladı. Neyin ne olduğu dahi anlaşılmadan kavganın boyutu gittikçe arttı. ‘Bu tartışmayı Erdoğan’dan habersiz yapamazlar’ diyen milletimiz de liderlerin arasında kriz olduğu algısına kapıldı.
Yaşanan tüm bu sis bulutu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birkaç cümlesiyle dağıldı. ‘Her kim ki benim adıma konuşuyorsa fitnecidir, bugün bizimle beraber yürümeyenler yarın bizimle yürüyebilir, bu tartışmalara sakın aldanmayın.’ İşte bu saatten sonra kavganın fitilini ateşleyenler Erdoğan’ın sert tepkisi ile karşılaşmış ve hayal kırıklığı yaşamışlardır.
AK Parti hedefleri yüksek olan bir partidir. Bütün dünya ile yeri geldiğinde kavga ettiğini, Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir yelpazede siyaset ürettiğini iddia eden bir partidir. Gayesi büyük olan bir partinin de medyadaki destekçilerinin aynı vizyonu içermesi gerekmektedir. Milletimiz yazarların söylediği sözleri Erdoğan’ın talimatı zannediyor ve bu tartışmalarda pozisyon almak mecburiyetinde hissediyor. Siyasetteki güç yarışlarına defalarca şahit olduk. Milletvekilleri ve bakanların birbirleriyle giriştiği mücadeleyi artık milletçe kanıksadık. Ancak televizyon ekranlarında yorumculuk yapan insanların böylesi kısır bir tartışmaya girmesi milletimizi çok üzdü. Önemli olan etkili yazı yazmak değil mi? Milletimizin hissiyatına tercüman olmak, devlet ile vatandaş arasında bilgi alışverişini sağlamak, olayları kendi penceresinden yorumlamak, kelimelere nizam içerisinde yön vermek değil mi? Her an her şeyin meydana gelebileceği ülkemizde yaşanan gelişmeleri milletimize berrak biçimde anlatmak ilk sırada gelmiyor mu?
Son iki yüz yıldır devlet olarak en büyük meselemiz liyakate gerektiği kadar önem vermiyor olmamızdır. Güçlü olanı haklı olana tercih ediyoruz. Küçük bir kuruma atanan müdür bile hemen kendi ekibini kurmak ve eski ekibi tasfiye etmek için kolları sıvıyor. Bakılan kıstas düzgün, adil, liyakat ve sadakat yerine yakınlığı olan taraf oluyor. Bu da milletimizi ümitsizliğe sürüklüyor.
Mimar Sinan Hıristiyan bir ailede yaşıyordu ancak Osmanlı Devleti onun yeteneklerinden istifade etmek istedi. Böylelikle adını tarihe yazdıran bir mimarı ülkesine kazandırmış oldu. Aynı zihniyet ile korsanlık yapan Barbaros Hayrettin Paşa’yı kendi bünyesine dahil ederek donanma komutanlığa getirdi ve Akdeniz’in Türk Gölü haline gelmesini sağladı.
Osmanlı Devleti’nin yüzyıllar boyu farklılıklara karşı hoşgörülü bir politika izlemesi ve insanları olduğu gibi kabul etmesi, büyümesindeki esas unsuru oluşturdu. Baskı yapmaması, siyasi tercihini önemsememesi, liyakate her şeyden daha fazla değer vermesi güçlenmesini sağladı. Bu özelliklerden ayrılması da küçülmesine ve dağılmasına neden oldu.
Bizim eskiden yaptığımız hoşgörüyü şu anda Amerika yapıyor. En başarılı doktorlarımızı, mühendislerimizi cazip teklifler ve rahat çalışma koşulları ile ülkesine davet ediyor. Bütün dünyanın tanıdığı Dr. Mehmet Öz Türk değil mi? Peki Dr. Öz Türkiye’de kalsaydı aynı başarıyı sağlayabilir miydi? Bizim bilim adamlarımız Dr. Öz’ü cebinden çıkarır ama ucuz güç kavgalarına girişilmesi yüzünden yerinde sayıyorlar.
İnşallah yeni Türkiye’de kendisine güç devşirmek isteyen herkese dur denir ve liyakat ile sadakat tek ölçütümüz olur.
PARTİLİ CUMHURBAŞKANI
Siyasi partilere üye olmaması ve görüştüğü isimlerin sadece bürokratlar olması sebebiyle devletçi bir cumhurbaşkanı ile karşılaşıyorduk.
Siyasi partilerle iç içe olmasından sonra ise milletçi bir cumhurbaşkanı görmeye başlayacağız.