Halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte yürürlüğe giren ‘’Diyanet İşleri Başkanlığı’’ kuruluşundan itibaren büyük bir değişim ve dönüşüm yaşadı. Kimi zaman çok geri plana düştü kimi zamansa ön planda tutulmaya çalışıldı.
Yüzyıllarca halifeliğe ev sahipliği yapmış milletin dini önderi haline gelen bir kurumun taşıdığı sorumluluk elbette ki çok büyüktür. Sorumluluğu yüksek olan kurumun yetkisinin de aynı ölçüde olması gerekir ancak yıllarca bu dengeyi tam olarak sağlayamadık.
Diyanet İşleri Başkanlığı 1950’li yıllara kadar her geçen gün küçülmeye başladı. Yetkileri çeşitli bakanlıklara devredildi ve tasarruf uygulaması bir şekilde engellendi. 1946 yılına gelindiğinde Diyanet İşleri Başkanı’nın yardımcısı bile yoktu. Koskoca kurumun toplam çalışanı 8-10 kişiden ibaret kalmıştı.
Menderes ve arkadaşları işbaşına gelince Diyanet İşleri Başkanlığı’nı büyütmek ve etkili hale getirmek istedi. Ezanın tekrardan Arapça okutulmasından sonra kurumun personeli direkt artmaya başladı. Ancak Menderes’in gücü belli bir noktaya kadar yetiyordu. Elinden geleni yaptı, fazlasını yapamadı…
1965 yılı ise Diyanet İşleri Başkanlığı için kara bir yıldır. O zamana kadar umreye bile gidemeyen başkan, Tunus devlet başkanı’ndan davetiye mektubu alır. Geziye gidebilmek için bakanlar kurulundan onay ister ve onay verilmesinden sonra ziyaretine başlar. Bu gezi iş çevreleri ve medyadan ciddi tepki görür. Diyanet İşleri Başkanı henüz uçaktayken kendisine gidebilirsin diyen bakanlar kurulu tarafından geri dön emri ile karşılaşır ancak bu emri dinlemez ve gezisine devam eder. Tunus’ta bulunan Diyanet İşleri Başkanı hakkında zorla getirilme kararı çıkarılır. Diyanet İşleri Başkanı büyük bir devlet protokolü ile karşılanmasına rağmen ülkesine döndüğünde görevine son verilir. Kendi kurumunun başkanını izin verilmesine rağmen başka bir ülkede tutuklatmak isteyen bir devlet olarak kara bir iz alnımıza yapışmıştır. Ancak o iz bir müddet sonra silinecektir.
Turgut Özal’ın başbakanlık döneminde ise Diyanet İşleri Başkanlığı tekrardan büyütülmeye çalışılır. Başbakan Özal yapacağı her türlü adımı Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e sorarak almak zorundadır. Ondan aykırı hiçbir iş yapamaz. Kenan Evren ise o dönemde Turgut Özal’a çok güvenir. Çünkü Özal Evren’e aykırı hareket etmez. Ancak Evren’in Özal’dan ilk kez şüphe duymasını sağlayacak olay da Diyanet İşleri Başkanı’nın devlet protokolünde yerinin yükseltilmesini istemesiyle olmuştur. Evren yıllar sonra bu olayı anlatırken teklife şiddetle karşı çıktığını ve Özal’ı getirmekle hata mı yaptık diye ilk kez düşündüğünü itiraf eder.
Erdoğan’ın işbaşına gelmesinden sonra ise Diyanet İşleri Başkanlığı adeta şahlanış dönemini yaşamaya başlar. ‘’Diyanet İşleri Başkanı kendi kıyafetini bile istediği biçimde giyemiyor’’ diye tepki gösterdiği bir dönemde işbaşına gelen Erdoğan kademe kademe yükselterek Diyanet İşleri Başkanı’nın en son yayınlanan değişimle birlikte devlet protokolündeki yerinin 51. sıradan 10. sıraya yükselmesini sağlar. Bakanlar kurulu üyeler, orgeneraller, barolar birliği başkanı, yök başkanı, yargıtay başsavcısı gibi çok büyük makamlardan daha üst bir noktaya oturtulan Diyanet İşleri Başkanı şu anda tarihinin en şaşa’lı dönemini yaşıyor. 80 ülkede teşkilatlanıyor, tüm Müslümanlara rol model olmaya çalışıyor.
Eskiden yetkisi ve etkisi pek hissedilmeyen Diyanet İşleri Başkanı’nın emekliye ayrılması artık diyanet’in özgül ağırlığı olan bir kurum haline gelmesiyle birlikte gündemde yer tutuyor. Başkan Mehmet Görmez hakkında fazlaca yazılıp çiziliyor. Eğer Mehmet Görmez’i ve icraatlarını tanımlamak gerekirse ‘’Diyanet’in devamlı olarak büyütüldüğü bir dönemde kuruma tepki oluşturacak çıkışlara imza atmadığı için, kendisine verilen vazifeyi sessizce yerine getirdiği için, ne çok küçük ne de çok büyük edalar ile konuşmadığı için, 15 Temmuz darbe gecesinde de dimdik durduğu için takdire şayandır’’ diye düşünüyorum.