“Bozuk düzen bozuk terazi, tartı,
En yakın dostlarım dönüyor sırtı
Ne kadar zorlaştı yaşamın şartı
Düşman belli değil, dost belli değil.”
Âşık Veysel Şatıroğlu
Eşi benzeri bulunmaz bir ülkemiz var.
İnsanımız yaratıcılıkta sınır tanımıyor.
Sonsuz bir hayal gücü var.
Düşünün bir.
Dünyada “arı’dan başka bal” yapabilen tek canlı yalnızca bizim insanımız.
Memleket sahte baldan geçilmiyor.
Gıda ürünlerinde en çok sahtekârlığın yapıldığı ürünlerin başında yer alıyor bal…
Geçen hafta sahte içkiden 22 vatandaşımız hayatını kaybetti. Bir o kadar da tedavi gören var… Kaçı kurtulabilecek, kurtulacak mı bilmiyorum. Kendi vatandaşını zehirlemek nasıl bir şey?
Geçtiğimiz yıl Ankara’da matematik profesörünü dolandırarak, bankadaki parasını gaspeden sahte polis haberi unutamadıklarım arasında.
Yalnız bununla kalmıyor polisçilik oynayan vatan evlatlarının yaptıkları. İstanbul’da ünlü bir avukatı da ağlarına kolayca düşürüp elinden parasını almışlardı.
Gözüne kestirdikleri kişiyi arıyorlar; güya, terör örgütü listesinde adının geçtiğini ve bunu önlemenin tek yolunun banka hesabında bulunan tüm parasını kendilerine getirmesi gerektiğini söylüyorlar, sonra da paraları alıp kayıplara karışıyorlar.
Benzer o kadar çok örnek var ki yaşanmış. Çok profesyonelce sahte polis ve sahte savcı rolü yaparak soyuyorlar insanımızı.
Kimi emekli ikramiyesini kaybetti. Bazılarına evlerini bile sattırdılar. Kendi yurttaşını soyan, mağdur eden bu vicdansızlarla aynı ülkenin yurttaşı olmak çok ağır geliyor insana.
Ya sahte fatura kullanıp, hak etmedikleri olanaklara, zenginliğe ulaşanlara ne demeli?
Kimi işletmelerin denetime takılmasına karşın, onca önleme ve denetime rağmen bu yolu zenginlik kaynağı yapanlar hiç de az değil.
Üniversite giriş sınav sorularının çalınması da en büyük sahtekârlıklardan biri değil mi? Kamuoyunun, basının uyarısına ve tepkisine rağmen üstü kapatıldı gitti.
Onca gencin geleceğini, emeğini çalmak hangi vicdana sığdırılır?
Soruların çalınmasından vazgeçip, bu kez de, yazılı sınav sonuçlarında yüksek puan alanları mülakatla elemek de sahtekârlığın başka bir çeşidi değil mi? Liyakat uygulamak yerine kendi yandaşını hiç de hak etmediği halde işe almak hangi ahlaka, hangi hukuka uygun düşer?
Gerçekte olmayan bir daireyi üç dört kişiye satanlar var. Varını yoğunu biriktirip ev sahibi olmak isteyen garibanı dolandıran müteahhitler de ülkemizin hayal gücü geniş, becerikli yurttaşlarından.
Sahte doktor, vergi memuru, gazeteci de eksik olmuyor bu cennet vatanımızda.
İşçi sendikalarının çoğuna “sarı” denir ezelden beri.
Yani sendika değil ama sendika görünümlü, sendikacı rolü yapan kişilerden oluşmuş.
Demokrasinin olmazsa olmazı seçimlerde bile yaşandı. Düşünün, seçim yapıyorsunuz, yurttaş oyunu kullanıyor. Bir zarfın içinde dört oy pusulası var. Sayım sonucuna göre kullanılan bu 4 oydan üçünü geçerli sayıp, beğenmediğiniz dördüncü oy pusulası geçersiz kabul ediliyor.
Sonra da seçim iptal. Çünkü istediğin aday seçimi kazanamadı. Normal bir demokrasiyle yönetilen ülkelerde bile inanması güç olaylar bunlar.
Sonra da bu olanlar olağan, olağan doğru bir durummuş gibi hayatı sürdürmeye çabalıyorsunuz!
Ama hayat öyle güzel yürümüyor.
Küçük bir azınlık dışında vatandaşın çoğu bir bataklığa gömülmüş, batmamak, boğulmamak için çırpınıp duruyor işte.
Bu saydıklarımın hepsi çok kötü… Ama bunların hepsinden daha kötü olanı ise sahte ilaç satıcıları…
Hayati tehlike yaşayan, kanser hastalarına bile sahte ilaç satacak kadar acımasız, kötü kişilerin bu toplumda yaşıyor ve böyle işler yapıyor olmalarıdır.
İlk seyrettiğim tiyatro oyunu Buzlar Çözülmeden’dir.
Seksen darbesinden önce, lisedeyken, Kırşehir’de şehrin tam ortasında üç ya da dört katlı binanın en üst katında TÖBDER (Türkiye Öğretmenler Derneği) lokalinde oynamıştı.
Cevat Fehmi Başkut’un yazdığı iki perdelik bu eser, tiyatro türü içerisinde çok önemli bir yere sahiptir.
Oyunun konusu bir Anadolu kasabasında kış şartlarında yaşanan olaylardır. Akıl hastanesinden kaçan hastalar, bu kasabaya kaymakam olarak Ankara’dan atandıklarını söyleyip, yönetime el koyarlar. Kasaba merkezi ile vilayet arasındaki telefon ve telgraf hatlarını keserler. Yolların kardan ve buzdan dolayı kapalı olması sebebiyle kimse anlamayacaktır. Kaymakamlık görevini üstlenen kişi hızla işe koyulur.
Yolları yapmak, aşevi kurmak ve içme suyu getirmek için kasabanın zenginlerinden para toplar.
Kaymakam, zorla toprakları elinden alınmış ya da zenginler tarafından hile ile gaspedilmiş bu malları alır, yoksul köylüye dağıtır. Hileli ekmek üreten fırını kapatır. Karaborsa yapan esnafın elinden malları alıp, halka bedava verir.
Bunları yaparken, çok acelesi vardır. Sürekli “Buzlar çözülmeden” diyerek, tüm halkı her işe koşturur. Yapacağı ne varsa, buzlar çözülmeden bitirmesi gerekir.
İşlerine çomak sokulan ve haksız düzenleri bozulan esnaf buzlar çözülünce, vilayete gidip, “Kasabada isyan çıktı” diye şikâyet eder. Yeni bir kaymakam vekili kalabalık bir asker topluluğuyla gelir ve her şey anlaşılır.
Halk ellerinde taş ve sopalarla hükümet konağına doğru yürür. Şikâyetçi esnaf da buna sevinir. Zanneder ki, deli kaymakamı taşlayıp linç edecektir bu kalabalık.
Hükümet konağına varan halk “Deli kaymakamı isteriz” diye bağırınca, şaşırır eşraf. Yeni kaymakam vekili, kalabalığın temsilcisi Hatice’ye “Bir delinin halkı idare ettiği nerede görülmüş?” demesi üzerine, Hatice, “Şimdiye kadar bizi akıllılar idare etti de iyi mi oldu bey? Ko biraz da dediler idare etsinler” karşılığını verir.
Hatice’ye yanıt Deli kaymakamdan gelir:
“Deli mi oldunuz siz? Bak hele, bir deliye deli mi oldunuz dedirttin. Şöhretimiz yoktur, mevkimiz yoktur, nüfusumuz yoktur… Canım ne uzağa gidiyorsun, adımız yoktur bizim, adımız. Topumuza deli der çıkarlar…”
Kaçtıkları hastaneye geri götürülmek üzere akıl hastalarının hepsi bir kamyona bindirilir.
Hem ülkemiz hem dünyanın çoğu ülkesi çok kötü bir dönemden geçiyor. Koca ozan Veysel’in dediği gibi, “düşmanın da, dostun da belli olmadığı bir süreç.”
Günümüz dünyasının içinde bulunduğu duruma bakınca, bu ülkeleri deliler mi yönetiyor, akıllılar mı belli değil…