Olay Gazetesi Bursa

Memleket insanları

Tüm romancıların “babası” kabul edilen Miguel de Cervantes Saavedra’nın ünlü romanı Don Quijote’nin, ilk nüshası 1605’te yayımlandı. Üzerinden neredeyse beş yüz yıl geçmiş. Cervantes, romanın kahramanı maceracı, romantik Şövalye Don Quijote’nin ağzından yardımcısı Sancho’ya şunları söyletir: “Üç devle savaşıyoruz Sevgili Sancho: Adaletsizlik, korku ve cehalet.” Sanırım Batılı ülkeler savaştıkları bu üç “dev’i” zaman içinde yenmeyi […]

Tüm romancıların “babası” kabul edilen Miguel de Cervantes Saavedra’nın ünlü romanı Don Quijote’nin, ilk nüshası 1605’te yayımlandı. Üzerinden neredeyse beş yüz yıl geçmiş.

Cervantes, romanın kahramanı maceracı, romantik Şövalye Don Quijote’nin ağzından yardımcısı Sancho’ya şunları söyletir: “Üç devle savaşıyoruz Sevgili Sancho: Adaletsizlik, korku ve cehalet.”

Sanırım Batılı ülkeler savaştıkları bu üç “dev’i” zaman içinde yenmeyi başarmışlar. Böyle ortaya çıkmış “Batı Medeniyeti” dediğimiz olgu.

Ne yazık ki, biz pek savaşmadığımız için, ne adaletsizliği ortadan kaldırabildik, ne de hemen her şeyden duyduğumuz korkuyu yenebildik. Cahillik!.. Bunu yenebilmeyi bırak, kocaman bir dev oldu.

Cumhuriyetin ilk döneminde büyük bir eğitim seferberliği başlatılmıştı, Anadolu insanının kara yazgısını değiştirmek ve cahilliği yenmek için. Destansı bir çabayla, olağanüstü sayılacak işler başarıldı. Ama ömrü uzun olmadı.

Halkın aydınlanmasını, uyanmasını istemedi egemenler. Böylece Anadolu’nun en ücra yerlerine ulaşacak o gönül ordusunun yaktığı ışığı söndürdüler. Karanlıkta, cahil kaldı insanımızın büyük bölümü.

Don Quijote’nin Sancho’ya anlattığı üç devle mücadele edemediğimiz, savaşamadığımız için, iyi eğitim görmüyoruz, sağlığımıza yeterince deva bulamıyoruz, kimse adalet sistemine inanmıyor. Yüksek sesle, doğru şeyleri birazcık yüksek sesle söylemeye dahi korkuyoruz.

İşte bunlardan dolayı memleketimiz hali, bu çağda karşı karşıya kaldığımız olaylar, duyarlı olan hiçbir insanın içine sinmiyor. Son günlerde yaşadığımız olaylardan derlediklerimi okuyunca siz de hem anlayacak, hem üzülecek, hem de öfkeleneceksiniz…

Başlayalım…

14 Temmuz Pazar günü sona eren Avrupa Futbol Şampiyonası’nı Servantes’in ülkesi İspanya kazandı. Hem de futbolun beşiği kabul edilen İngiltere’yi yenerek.

Türkiye çeyrek finalde elendi. Aslında takımımızın iyi bir başarı grafiği çizdiğini hemen herkes kabul etmesine rağmen maçta Melih Demiral’ın iki eliyle yaptığı bozkurt selamı sporun üstünü örttü, kısır tartışmalara ve hamasete bıraktı yerini.

Bu hareketin ‘ne’ olduğu, hangi siyasi ‘parti’nin sembolü olduğu tüm ülke insanının malumu. Popüler, medyatik bazı tipler neyse de bugüne kadar değerli bulduğumuz, fikirlerini paylaşıp benimsediğimiz insanların bir futbolcunun hareketine karşı savruluşu pek akıl alır bir durum değildi.

***

Ortaokul ikinci sınıfın birinci sömestr döneminde karneyle birlikte “teşekkür belgesi” de almıştım. Eğitim dönemimizin başında biri okul müdürü olmak üzere üç yeni hocamız atanmıştı: Müdür Mete Sönmezer, Fen Bilgisi hocası Recep Erdoğan, Sosyal Bilgiler hocamız olarak da Bursalı Semih Erdi.

Dünyayı değiştirmek, daha güzel ve insanca bir yaşam kurma sevdası ile yola çıkan, kitapla, kalemle, bilgi ile donanmış, eğitim sevdalısı hocalardı hepsi.

İçimizden bazıları bu hocalar sayesinde erkenden kavradı dünya gerçeğini. Ben de hayatın gerçek yüzünü, yaşanılan çelişkileri, bizi etkileyen olayları büyük bir açlıkla öğrenmeye çalıştım. İki yıl boyunca her fırsatta, derslerin dışında kalan zamanda en güzel kitapları onlardan alıp okudum.

Okul binamız yeni yapılmıştı. İlk öğrencileri de bizlerdik zaten. Müdürümüz önce okul bahçesini güzelleştirmekle başladı işe. Boş zamanlarda ve elişi derslerinde bizi de çalıştırarak bahçenin dört bir yanına fidanlar diktik, çimler ektik… Giriş kapısının hemen sağında mozaikten yapılma küçük havuzun, mozaiğini zımparalamak uzun ve zahmetli bir işti, bize zor gelmişti. Ama parladıkça da çok mutlu olduk.

Diktiğimiz o küçük fidanlar bugün orman gibi olmuş. Her biri yemyeşil dallarıyla gökyüzüne uzanıyor.

Okulun bahçesinde yapıldı karne dağıtım töreni. Başarılı öğrenciler bir bir çağırılıp, takdir teşekkür belgeleri verildi. Sanırım hocalarımızın, böyle tören yapmaları, başarılı öğrencileri onure ederken diğer öğrencileri de teşvik etmekti. Çünkü onların amacı hepimizin çok iyi öğrenciler olmamızdı.

Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri”ni aklıma getiren son günlerde yaşadığımız olaylar oldu. Ben de not edebildiğim kimi yaşanmışlıkları burada konu edeyim istedim. Çünkü öyle ilginç şeyler yaşıyoruz ki, bunların bir yerlerde yazılı olarak kalması önemli.

İşte son günlerde yaşadığımız olaylar karşısında insanlarımızın içine düştüğü durumlar böyle bir yazı yazmaya itti beni. Hiç değilse bazılarını kaydetmek gerekiyor diye düşündüm.

Gündemin en yakıcı konularından biri şüphesiz eski Ülkü Ocakları eski Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi davası. Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’in sözlerini ilk örnek olarak seçtim, şöyle diyor Ayşe Ateş, mahkeme çıkışı: “Dost bildiklerimiz düşmanmış, düşman bildiklerimiz dost.”

Ah! Ayşe Ateş, senin düşman bildiklerin, bilgiye, bir kanıta dayanmıyordu; sana onu düşman belletmişlerdi. Dost dediklerin. Düşman bellettikleri ise tüm insanlara, böceklere, ağaçlara da dosttular.

İkinci memleket insanı olarak gazeteci Ahmet Hakan’ı seçtim. Hürriyet’teki köşesinde Murat Kurum için şunları yazmış: “ Murat Kurum… Tuttuğunu koparan, odaklandığı işi tamamlayan, çok çalışkan, çok çabalayan, gecesini gündüzüne katan bir Bakanlık performansı sergilemişti.”

Hal böyleyse, ülkemizin kentlerinin kurtuluşu, güzelleşmesi çok yakın. Böyle donanımlı ve çalışkan bakanla tüm zorluklar bir bir aşılır elbet.

Ne mutlu bize…

Bir de eski bir bakanımızın halini not almışım. Eski Ulaştırma Bakanı Cahit Turhan. Kuzey Marmara Otoyolu’na CEO olduğu çıktı ortaya. Yönetici olduğu şirketten aldığı maaş ve bakanken sağladığı avantajlar değil de benim altını çizmek istediğim insan aklına, mantığına çok uymayan bir durumu vurgulamak. Parlamentonun en çalışkan, sağduyulu isimlerinden Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz’ın çarpıcı tespiti. Turhan bakanlığı döneminde söz konusu şirkete “1 milyar 338 milyon araç geçiş garantisi” vermiş. Yavuzyılmaz diyor ki; “Türkiye’deki tüm otomobiller sırayla Kuzey Marmara Otoyolu’ndan 87 kez geçse bile bu garanti edilen araç geçişine ulaşılamaz…”

Belki onlar başka bir hesap yöntemi kullanıyorlardır. Biz bilmiyor olabiliriz aklımız yetmiyor da olabilir. Her konuda ahkâm kesmemek, haddini aşmamak lazım değil mi?

Geçen hafta AKP eski İstanbul Milletvekili Metin Külünk’ün semt pazarında söyledikleriyle ilgili haberi izlemenizi öneririm. Benim yazmam onun söyledikleri kadar etkili olmaz.

Çok renkli, çok etkili muhteşem karı koca vardı hani; Nagehan Alçı ve Rasim Ozan Kütahyalı. Yazmamak, onlara haksızlık olur.

Sonuna kadar hak ettikleri şöhreti görmezden gelmiş oluruz ki, böyle bir haksızlığı yapamayız onlara.

Bilindiği gibi, birbirleriyle adeta organize olmuş, birbirini her konuda tamamlar gibi duran çift ayrıldı. Oysa ayrılmaları imkânsız gibi bir havaları vardı.

Geçen gün, Nevşin Mengü’nün kanalına konuk olan Nagehan Alçı’nın anlattıklarını dinleyince kendi kendime dedim ki, “Kesin iki tane Nagehan Alçı var.” Birisi bu kendi anlattığı kişi; maaşını aldığı gün kocasını veren, onun aşağılamalarına, duygusal ve fiziksel şiddetine boyun eğen, bu yüzden eve polis çağırıp, sonra vazgeçen, kendi ifadesiyle gece yanında bıçakla yatmak zorunda kalan bir Nagehan Alçı…

Bir de, televizyonlarda siyasetçilere, karşısındaki tartışmacılara ayar veren, siyasi partilere yapması gerekenler için yol gösteren cevval, dominant bir Nagehan Alçı.

Güzel ülkem, ne güzel insanların var böyle…

Geçen haftaya damgasını vuran başka bir gelişme de Türk-İş, Disk ve Hak-İş sendika başkanlarının bir araya gelip, ortak açıklama yapmalarıydı. Özellikle Türk-İş Başkanı’nın ekonomik koşullar ve çalışanların durumu üzerine söyledikleri şüphesiz çok çok önemliydi.

Biliyoruz ki yöneticilerin, iyi ve önemli şeylerden söz etmelerinde bir sorun yok. Üstelik bunu yapanların sayısı da epey fazla. Fakat etkisi ya da eyleme geçme durumu ne derseniz, soru işareti…

Konya’dan bir insanımızın haberinde sıra… Haber şöyle: “Karatay ilçesi İsmil Aile Sağlığı Merkezi’nde görev yapan aile hekimi Mustafa Ö.(53) ile hemşire Süreyya P.’nin (nedense hemşirenin yaşı haberde yer almamış, kadınların yaşının sorulmasının ayıp sayılması kuralına uymuş olmalı muhabir kardeşimiz) 2023’ün mayıs, haziran ve eylül aylarındaki hasta kayıtlarından şüphelenerek soruşturma başlatılır. Soruşturma kapsamında obezite izlem listesinde bulunan Mayıs 2023‘te ölen Emine Dudu Samancı’ya ölümünden sonra 15 kez, Haziran 2023’te ölen İsmihan Serttaş’a 9  kez muayene uygulandığı belirlendi.”

Bilemeyiz ki… Öbür dünyada da doktor muayenesine, ilaca ihtiyaç duyulur mu?

Diyanet İşleri Başkanı’mızı yazacaktım ama yazı uzayacak, asıl bu yazıya konu etmem gereken futbolcu Melih Demiral olayına geçeyim istiyorum.

Gazeteci Ombusman Faruk Bildirici’nin Birgün’deki köşesinde “Medyanın sihirli gücüne inanmak gerek galiba. Ülkücülerin kullandığı ‘Bozkurt İşareti’ birdenbire bu ülkede yaşayan herkesin sembolüne dönüştürüldü. Öyle anlatılmaya başlandı” diyor.

Bu tespitinde de haksız sayılmaz.

Bu konuya şarkıcı, söz yazarı Sinan Akçıl ile başlayalım; Yetenek terazisi değilim ama biraz aklımın erdiği ve izlediğim kadarıyla, yaptığı işlerle değil de, Cumhurbaşkanı’nın resepsiyonlarında, özel günlerde boy göstererek daha çok gündem olan biri. Bu çok akıllı, çok usta sanat adamı elbet sıradan bir laf edecek değil ya, Almanya’da oynanacak Hollanda maçı öncesi stadyuma giden herkesin tribünde ‘bozkurt’ işareti yapmasını telkin ediyor, Türk kamuoyuna.

Dünyanın en eski, en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul’da, her şeye ulaşabilme olanağına sahipken bir insanın bilgiden, akıldan, mantıktan bu kadar uzağa düşmesi herhalde başka bir meziyet gerektiriyor.

Sinan Akçıl’ı ve onun gibileri bu kadarla bırakıp, asıl gündeme, popülizme yenilen ve “akıl tutulması” sergileyen örneklere geçelim.

İktidar yanlısı Yeni Şafak yazarı olan Ali Saydam, Sabah yazarı Hilal Kaplan, Salih Tuna, Hürriyet’te İlber Ortaylı, Nedim Şener, Melih Demiral’a verilen cezanın kasıtlı olduğunu söylediler.

Tabii bunlarla bitmedi, muhalif kanattan da sesler var; Sözcü’de her konunun baş aktörü Uğur Dündar da elbet geride kalamazdı. Sözü Atatürk’ten başlatıp, tarihi ve kültürel bir sembol diyerek bunun ırkçılıkla bir tutulamayacağını söyleyerek hem bizi hem de Avrupalıları aydınlattı. Siyaset konusunda çok yerinde tespitlerle, tartışmalı fikirleriyle etkili olan Prof. Barış Doster “Sol liberaller herhalde Nâzım’dan daha solcu değiller. (bu nasıl bir kıyaslama, nasıl bir kafa) Ne mutlu Türküm diyene diyorum ve Melih Demiral’ı alnından öpüyorum” diyerek kutsamış oldu.

UEFA’nın kriterleri arasında yer alan ve katı biçimde uyguladığı, taviz vermediği “sportif olmayan gösteri” yasağına uymamaktan verdiği ceza üzerine, neler konuşmuşuz, neler yazmışız. Olaylara doğru teşhis koyup, mücadeleyi de savunmayı da bunun üzerine kurmak ve sonuca ulaşmak yerine, hemen hamasete sarılıp, ondan beslenmeyi çok seviyor insanımız.

Benim en çarpıcı bulduğum iki memleket insanı var ki, onları yazmamak olmazdı.

Biri Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan. Bolululara söz vermiş, şehre Melih Demiral’ın heykelini dikecekmiş. Umarım yaptığı hizmetlerden dolayı Bolulular da, onun heykelini dikerler, şehrin en güzel yerine.

Diğeri ise Milli Savunma Üniversitesi Rektörü ve Tarih Profesörü olan Erhan Afyoncu “Viyana 341 yıl sonra düştü. Montella başta olmak üzere bütün futbolcularımızı tebrik ediyorum. Viyana önünde Kızılelma için can veren Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın ruhu şad olsun” diye coşkusunu dile getirmiş.

 

Tarih profesörü rektörümüz sanırım fazla coşkuya kapılmaktan, tarihi bir olayı yanlış aktarmış. Çünkü Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana önlerinde ölmedi. Belgrad’a çekildikten sonra İstanbul’dan gönderilen iki cellada boğduruldu.

Ayrıca Avusturya ile bugüne kadar yaptığımız maçlarda, onların galibiyeti fazla. Bizi yendiklerinde “İstanbul” düşmüş mü oldu hocam?

Alt tarafı bir futbol maçı… 341 yıl geride ne işin var diyeceğim ama belki de hâlâ oradasın.

Ne diyelim…

Boğulanın da boğduranların da ruhları şad olsun rektör hocam.

Sadece çok azını seçtiğim bu tepkilerin hepsi de bu futbolculara, futbol izleyicilerine küçücük de olsa bilgi ve ışık vermekten ne kadar uzak.

Hepimizi derinden sarsan, adeta isyan ettiren çok acı bir olayla yaşamını yitiren iki memleket insanının haberiyle yazıyı bitireyim.

7 Temmuz günü Alsancak Enver Dündar Başar Sokak’ta Demokrasi Üniversitesi Tıp Fakültesi 5. Sınıf öğrencisi Özge Ceren Deniz (23) sağanak yağışta, karşıya geçmek isterken elektrik akımına kapılarak, olduğu yerde yığılıp kaldı.  Bunu gören ve aynı sokakta yürüyen genç kızı kurtarmak için yanına koşan antikacı ve müzisyen İnanç Öktemay da (44) akıma kapılarak düşüp kendini kaybetti. Olay yerine gelen sağlık ekiplerinin kalp masajı yaparak, yaşama döndürülen Deniz ve Öktemay hastaneye kaldırılmalarına rağmen kurtarılamadı.

İnanç Öktemay’ın 11 Mart 2014’te yani 10 yıl önce Albert Camus’un paylaştığı sözü, kendi gerçeği oldu.

Akıl almaz bir durum!…

Gelin görün ki, dünyanın medeni ülkelerinden herhangi birinde olma ihtimali bile düşünülmeyen bu büyük ihmal ve hatanın sorumluluğunu kimse üstlenmiyor.

İki insanın ölümüne neden olan sorumlular bir de utanmadan açıklama yapıyorlar.

Böyle bir dram için söylenecek sözü nereden bulacaksınız? Ki açıklama yapmaya kalkışıyorsunuz!

Tek bir sözcük bile etmemeleri gerekirken…

Utanmasalar, iki insanın kendilerini öldürdüklerini bile iddia edecekler…

Bu acı olay Ankara’da politikacılarımızın da gündemindeydi. Cumhurbaşkanı bu olayın sorumlusunun İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin olduğunu kast ederek, “özür bile dilemediler” diye tepkisini dillendirdi.

Ana muhalefet Partisi lideri de yanıt olarak, “İnceleme raporu çıksın, eğer suçlu belediye ise ben özür dileyeceğim yok suçlu Gediz Elektrikse siz özür dileyecek misiniz” dedi.

Şu hale bakın!…

Ölmüş insandan nasıl özür dilenir?

İki masum, günahsız, genç insanın evlerine giderken birilerinin duyarsızlığı, sorumsuzluğu yüzünden canlarından olmaları üzerine böyle mi konuşulmalı?

12 Eylül darbesi olunca, babam ne olur ne olmaz korkusuyla benim kitapları tarlaya gübre olsun diye biriktirdiğimiz hayvan gübürü yığınının içine bir torbayla gömmüştü.

Aradan zaman geçip çıkarınca, hepsinin torbada eridiğini gördük. Memleket Hikâyeleri’nin ilk baskısı da onların arasındaydı. Anısı kaybolmasın diye ben yeniden aldım 6. baskısını.

Yasaklanan, yakılan, cezalandırılan kitaplar, aşağılanan aydınlar, yazarlar ülkesi olmaktan kurtulamadık. Belki de bu yüzden empati duygusu kuramıyoruz ki, insanlarımızın toprak altında, kanalizasyonda, elektrik akımında böcek gibi ölmeleri vicdanları rahatsız etmiyor.

Çok renkli bir örnekle yazıyı tamamlamak istiyorum.

Televizyonlarda izlemişsinizdir; AKP’li Diyarbakır Bağlar Belediye Başkanı Hüseyin Beyoğlu’nun her sabah belediyedeki makam odasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafının karşısına geçip, saygı duruşunda bulunuşunu… Sonra işe başlıyor.

İşte o Hüseyin Beyoğlu, 11 Temmuz günü tüm aile fertleriyle birlikte gözaltına alındı. Mal varlıklarına da tedbir konuldu. İçişleri Bakanlığı Mülkiye Başmüfettişleri’nce hazırlanan rapor ve dinlenen tanık ve mağdur ifadelerine göre, Hüseyin Beyoğlu’nun 5 yıl boyunca belediye başkanlığı yaptığı döneme denk gelen usulsüz işlemler dudak uçuklattı.

En güzel sözü “İstanbul Destanı” şiirinde Bedri Rahmi Eyuboğlu söylemiş…

“Ey benim dev memesinde, cüceler emziren acayip memleketim.”