Olay Gazetesi Bursa

Tongaya düşmek

“Babadan kalma bu yer yıllar içinde değişik şekillerde hizmet verdi. Önce kömürlüktü, sonra ev oldu. Evin ardından sırasıyla birahane, beyaz eşya dükkânı, market ve tekstil mağazasına dönüştü. Dört yıl tekstil ticaretiyle en uzun iş yapan bendim ama geçen yıl bırakmak zorunda kaldım, çünkü taksitler ödenmiyordu. Bir yıldır da kahve olarak çalışıyor” dedi kahveci, biraz durakladıktan […]

“Babadan kalma bu yer yıllar içinde değişik şekillerde hizmet verdi. Önce kömürlüktü, sonra ev oldu. Evin ardından sırasıyla birahane, beyaz eşya dükkânı, market ve tekstil mağazasına dönüştü. Dört yıl tekstil ticaretiyle en uzun iş yapan bendim ama geçen yıl bırakmak zorunda kaldım, çünkü taksitler ödenmiyordu. Bir yıldır da kahve olarak çalışıyor” dedi kahveci, biraz durakladıktan sonra da “Binada üç hissem var” diye ekledi.

Üç katlı binanın alt katındaki kahveye üç basamakla iniliyordu. Kaldırımdan yarım metre aşağıda olduğu için gelip geçenler camların biraz yukarısında kalıyordu, tam görünmüyorlardı. Bu yönüyle çoğu kişinin oturmak için tercih edeceği bir yer görünümünde değildi.

Gür siyah saçları yana taralı, al yanaklı, uzun boylu, kalıplı, gösterişli biriydi kahveci. Otuz altı yaşında olduğunu, eşinden bir yıl önce ayrıldığını söylediğinde:

“Neden eşinden ayrıldın? Bir kadın mı vardı arada? Oldukça yakışıklısın da?” diye sordum.

“Yok, evlilik bana ters, serbestliğe alışmış biriyim, ondan yürümedi” dedi. Fiziki görüntüsüyle göz dolduran, adının Samet olduğunu öğrendiğim kahvecinin ilerleyen günlerdeki konuşmalarımızda verdiği görüntüyse parlak olmaktan uzaktı, kafası az çalışıyordu, kurduğu cümleler, yaptığı değerlendirmeler sığ ve yavandı. Gamsız, sorunlarla nasıl uğraşılacağını bilmeyen, sevdiği bir iki arkadaşı geldiğinde herşeyi unutan, gülen, yumuşak yüzlü biri vardı karşımda…

Doksan dokuz sonbaharında takılmaya başladığım kahvede müşteri çok azdı. Bu durum para kazanamayan kahveci Samet için kötü olsa da sessiz ve sigara dumansız bir ortamda kitap okuma imkânı sağladığından benim için iyiydi. Müşteri yönünden canlanma ancak kış aylarında başladı. Yeni gelen müşterilerden bazılarının horoz dövüştüren, tombala çektiren serseri tipli kişiler olduklarını, içerdeki ortama bakmadan bağıra çağıra konuştuklarını, televizyonda istedikleri zaman at yarışları verilen kanalı açtıklarını, bazılarının da para vermeden çekip gittiklerini fark ettim. Kahve o haliyle kap kaç işi yapan, karanlık planlar peşinde koşanlar için ideal bir görüntüye sahipti.

Kahve ilkbaharda dolmaya başlar gibi olunca Samet kendisine yardımcı olması için genç birini aldı. Garson tutmadaki asıl amacı kendisi arka planda kalıp gürültücü kişilerle ve para toplamayla onu muhatap etmekti. Nitekim genç garson bir gün horoz dövüştürenlerden birinin para vermeden gitmeye çalıştığını görünce önüne geçmiş, çıkan tartışmada da geri adım atmayınca adam sonunda cebinden çıkardığı parayı homurdanarak sert bir şekilde masaya bırakmış, bir süre de kahveye uğramamıştı. Garsonu öven kahveci bir hafta sonra bu kez de garsonun televizyonu alıp kaçtığını söyledi bana! Yaza doğruysa müşteri sayısı giderek azalmaya başladı. Hatta bazı günler oraya ilk takılmaya başladığım sıralardaki gibi kahvede benden başka kimse olmuyordu. Kira derdi olsa Samet’in kahveyi çoktan kapatması gerekirdi ama mekân kendisinin olduğundan kör topal devam ediyordu…

Kahveden çıkınca çalıştığım dil merkezine (Çağdil) gitmeden önce yemeği karşıdaki lokantada yemeyi bir alışkanlık haline getirmiştim. Gide gele lokantacı Halis’le iyi ahbap olduk, onunla kahveci hakkında epey laf ettik. Bu sohbetlerimizden birinde o “Samet kahveyi Heykel’de bir lokantayla takas ediyor, kahve oyun salonuna dönüştürülecek” dedi. Bu habere az şaşırmadım. “Ne diyorsun, sen lokantacısın, Samet yapabilir mi lokantacılığı?” diye sordum. Halis önce güldü, sonra etraflı bir açıklama yaptı. Duyduklarım Samet’i iyi bir geleceğin beklemediği yönündeydi. Ertesi gün kahvede bu takas işini Samet’e sorduğumda onun çizdiği iyimser tabloysa Halis’in çizdiği karamsal tablodan çok farklıydı. Ama Halis’in sözlerinin doğru çıkması için çok zaman geçmesi gerekmedi. Ekim ayında bir gün lokantasında yemek yerken Halis:

​“Samet’in durumu kötü. Lokanta işini yürütemedi. Çok zarar etmiş. Kahve ile birlikte o binada üç hissesi vardı. Şimdi o üç hisse ipotek yoluyla oyun salonu işletenlere geçti, yani Samet elindeki hisseleri kaptırdı. Onlar belalı adamlar, Samet hiçbir şey yapamaz. Oysa ben onu başta çok uyardım ama dinletemedim, safın, saftiriğin tekidir o. Takas yapmaya ne gerek vardı? Kiraya verse daha iyi olurdu. Hiç buralara uğradığı da yok” dedi.

“Birkaç ayda çok zarar etmek de neyin nesi?”

“İşin içinde başka işler de var, ondan. Lokantada önceden gizlenen borçlar Samet’in üstüne kalmış” dedi.

Aylar sonra yeni yüzyıla girdiğimiz iki bin ilkbaharında Samet’i Altıparmak caddesinde gördüm. Adamlarla bir anlaşma zemini aradığını, bunu başardığı takdirde tekrar kahveye sahip olacağını söyledi. Yana taralı gür siyah saçlarına aklar düştüğünü farkettim. Yüzü süzülmüş, kilo vermiş, sanki bir beden küçülmüştü.

“Nasıl bu tongaya düştün?” diye sordum.

“Beni ağzı iyi laf yapan biri ayarttı, ona kandım, o da şimdi memleketine gitmiş, yok ortalarda” dedi.

Samet’in eski kahvesinin yeni hali nasıldır düşüncesiyle birkaç kez gittim oyun salonuna. İçerinin havası hoşuma gitmedi, çok sigara dumanı vardı, dahası oyun oynayan kadın kızlarla onların yanındaki erkekler bende oranın hiç de tekin bir mekân olmadığı imajı uyandırdı. İçimde sanki her an bir polis baskınına uğrayacakmışız gibi bir his vardı. Ondan sonra bir daha da ayak basmadım oraya.

Oyun salonuna gitmeyi kesmiştim ama lokantada zaman zaman yemek yemeyi sürdürüyor, Halis’den Samet hakkında haberler alıyordum:

“Samet bir zamanlar sahibi olduğu yerde şimdi garson olarak günlüğü on milyona çalışıyor, bu arada borçlarını ödemeye gayret ediyor” dedi.

Samet’i son kez bir yıl sonra gördüm. İki üç günlük sakalı, buruşuk gömleğiyle pejmürde bir görüntüsü vardı.

Yüzüme, içimden geçen dehşete düşme, acıma duygularını gizlemek için bir gülümseme efekti monte etmeye çalışarak sordum:

“Epeydir görüşemedik Samet, nasılsın?”

“Stres ve sıkıntıyla dolu bir hayat benimkisi, nasıl iyi olunur ki” dedi keder dolu bir sesle. Daha sonraki aylar ve yıllarda dersler, hayatın gaileleri, şu bu derken Samet’i neredeyse unutmuştum. Üç yıl sonra bir gün Altıparmak Caddesinde lokantacı Halis’e rastlayınca aklıma hemen Samet geldi.

“Samet’ten ne haber?” diye merakla sordum. Uzun süreden beri ondan haber alamamış olmak bende kötü haberlerin bitmiş olduğu gibi bir düşünce uyandırmıştı.  Bu nedenle Halis’in “Durumunu düzeltti!” gibi bir şey söylemesini bekliyordum.

“Öldü!” dedi. Yüzümdeki merak ifadesinin hüzne dönüştüğünü görünce “Bir yıl önce kalpten gitti. Daha kırk bir yaşındaydı be hocam. Babası da kırk üç yaşında kalpten gitmişti, onun kadar bile yaşayamadı. Baba oğul aynı kaderi paylaştılar” diye ekledi.

İçim bir tuhaf oldu. “Gamsız, saf, gülen, yüzü yumuşak Samet” yanında “Sersemlemiş, travma geçirmiş, süzülmüş, umudunu kaybetmiş Samet” görüntüleri aklımdan bir film şeridi gibi geçti.

“Allah rahmet etsin. Borçlar, parasızlık mı çok koydu ona?” diye sordum.

“Yok, yok, son zamanlarda kendisine düşen mirasla borçlarını temizlemiş, hatta sıfır kilometre bir Hyundai araba bile almıştı. Yani durumu iyiydi. Paraya değil ama hayata hasret gitti!” dedi Halis…