Olay Gazetesi Bursa

‘Santral Garaj’da bir gün

Bursa Otogarı eskiden  “Santral Garaj” adı altında şimdiki Kent Meydanı’ndaydı. 1980’lerin sonlarına doğru şehir nüfusu bir milyonu bulunca “Santral Garaj” küçük kalmış, bu yeni terminal yapımını gündeme getirmiş, sonunda yeni terminal 1997’de hizmete girmişti. 1989 Temmuz’unda bir gün İstanbul’dan Kamil Koç’la gelecek annemi karşılamak için “Santral Garaj”a gitmiştim. Giren çıkan otobüsler, inen binen ve bekleyen […]

Bursa Otogarı eskiden  “Santral Garaj” adı altında şimdiki Kent Meydanı’ndaydı. 1980’lerin sonlarına doğru şehir nüfusu bir milyonu bulunca “Santral Garaj” küçük kalmış, bu yeni terminal yapımını gündeme getirmiş, sonunda yeni terminal 1997’de hizmete girmişti. 1989 Temmuz’unda bir gün İstanbul’dan Kamil Koç’la gelecek annemi karşılamak için “Santral Garaj”a gitmiştim. Giren çıkan otobüsler, inen binen ve bekleyen yolcularla “Santral Garaj” hareketli, kalabalık ve simsarların yolcu çekmek için seslerini yükseltmeleriyle bayağı gürültülüydü. Otobüslerin giriş yaptığı kapı yanındaki bir büfe önünde beklediğim otobüsü gözlemek için dikildim. Yurdun dört bir yanından gelen otobüslere ilgiyle bakarken bir ses duydum arkamda. Ses “Gel gel, burası boşaldı, ayakta durma!” diyordu. Döndüğümde ağarmış tentürdiyot sarısı bir yüz ilk dikkatimi çeken şey oldu. Yaşı ellilerin ortasındaki adam sakallı, epey ak düşmüş gür saçları arkaya taralı, biraz büyük burunlu ve gözlüklüydü. Üstünde eprimiş, gri bir takım elbise vardı. Büfenin yanında dikey haldeki boş gazoz kasalarından birine oturmuştu. Yanındaki boş kasayı işaret edince gidip oturdum. Selamlaştık, bana Düzce Birlik ile gelecek yolcusunu beklediğini söyledi, ben de kendiminkini söyledim.

O sırada bir Düzce Birlik otobüsü giriş yapınca adam yanımdan kalktı, otobüsün durduğu perona doğru hızlı adımlarla yürüdü. Kıyafetinden dar gelirli biri olduğunu düşündüğüm adamın yürüyüşü zihnimde “yere sağlam basıyor, yaşına göre dinç biri” izlenimi uyandırdı. Dönünce yolcusunun o otobüste olmadığını kaşını kaldırarak haber verdi, tepside çay bardakları taşıyan pala bıyıklı garsona seslendi, iki çay bırakmasını söyledi. Çayımı yudumlarken sordum:

“Ne iş yaparsınız?”

“Şimdi bir iş yaptığım yok, Sümerbank’tan emekliyim” dedi. Bunu duyunca “Niye erken emekli olmuş ki, adam dinç, bir yedi sekiz sene daha çalışırdı, emekli maaşıyla geçim zor” diye düşündüm. Çayından son yudumu alırken “Sen ne iş yaparsın evlat?” diye sordu. “Evlat” hitabını yadırgamadım çünkü benden on beş yirmi yaş büyük olduğu belliydi. Öğretmen olduğumu söyledim.

“Benim kiracım da öğretmen” dedi. Bunu duyunca az şaşırmadım, “Evi olduğu gibi kiracısı da var!” diye mırıldandım içimden. “İyi işte, o kira sana ek gelir sağlar, emekli maaşına destek olur, bu hayat pahalılığında geçim zor!” dedim.

“Allah’a şükür geçim derdim yok, kirada bir dükkanım, on dönüm arsam, bir de meyve bahçem var” deyince şaşkınlığım daha da arttı. O şaşkınlıkla nasıl bu kadar şeye sahip olabildiğini sordum. “Önce benim ailemden, sonra da hanımın ailesinden miras düştü, elimize geçenleri hemen gayrimenkule yatırdım. Parayı faize koymadım, faiz dinimizce haram” dedi. Benim yüz ifademden ne çıkardı bilmiyorum ama “Allah olmayanlara da versin! Senin nelerin var evlat?” diye sordu tentürdiyot sarısı yüzlü adam.

“Bu dediklerinin hiçbiri bende yok” dedim.

“Öyle mi?” dedi şaşırmış, üzgün bir ifadeyle. “Bunları söylemekle seni kıskandırdıysam özür dilerim evlat!” diye ekledi.

“Yok, mal varlığını kıskanmadım aksine eline geçen parayı iyi değerlendirmeni takdir ettim” dedim.

O sırada önce bir Kamil Koç, ardından da bir Düzce Birlik kapıdan girince ikimiz de yerimizden kalktık, otobüslere doğru seğirttik. Beklediklerimiz yoktu otobüslerde. Yerimize dönünce pala garsona bu kez ben çay getirmesini söyledim. Çaylarımızı yudumlarken daha önce çalıştığım Hayrabolu’daki ev sahibimden, onun yılda iki kez kiraya zam yapmak istemesinden, bunu başaramayınca bir keresinde sinirlenip altı daireli apartmanı toptan satışa çıkarmasından bahsettim, bu nedenle Bursa’ya geldiğimizde ilk işimizin bir yapı kooperatifine girmek olduğunu ama şimdi de kooperatifin bize yüksek gelen ödemelerinde zorlandığımızı anlattım. Dertliydim ev sahiplerinden, kooperatifin yüksek ödemelerinden, bıkmıştım her an “ev” sözcüğünü telaffuz etmekten. Birden eskiden dükkanlarda asılı, başı iki elleri arasında üzüntüyle düşünen “veresiye satan bakkal” ile elinde piposu, koltuğunda ayak ayak üstüne atmış mutlu “peşin satan adam” resmi geldi aklıma. Ben veresiye satana, tentürdiyot sarısı yüzlü adamsa peşin satana benziyordu. O dürtüyle “Sen sorunlarını çözmüşsün, dertsizsin, ne güzel!” dedim.

“Dertsizim dersem yalan konuşmuş olurum. Hacca gitmiş bir adama yalan yakışmaz. Benim derdim içerde!” dedi. “İçerde” den kastettiğinin bir sağlık sorunu mu olduğunu sordum.

“Hayır, hayır, benim hanımı kastediyorum. Benimkinin dırdırı, şikayeti çoktur, bir dili var hiç durmaz! Her gün yeni bir yeri ağrır. Hiçbir şey bulamasa başım ağrıyor der! Der Allah der! Resmen beni yıldırdı ya! Mesela şimdi oturduğumuz ev ahşap. Kiraya verdiğim evi aldığımızda oraya geçmek istedim ama benimki razı gelmedi. Baba yadigarı evi terkedemezmiş de, komşularına çok alışmış da, betonarme evler romatizma yaparmış da, onda laf mı yok, bir sürü laga luga işte! Aslında ahşap evin kötülüğü iyiliğinden çoktur ama gel de bunu benimkine anlat! Nuh der peygamber demez!” dedi adam kederli bir ses tonuyla.

“Hacı, kadınlarda dırdır vardır ama, dırdırı olmayan azdır!” dedim.

“Öğretmen efendi, az olanlardan biri bana denk geleydi ne iyi olurdu! Onun dırdırından kaçmak için soğuk, kapalı havalarda camiye, caminin çay ocağına sığınıyorum, iyi havalarda da balığa gidiyorum, kafamı öyle dinliyorum,” dedi. Benim ‘hacı’ hitabımdan sonra onun bana ‘evlat’ diye değil ‘öğretmen efendi’ diye hitap etmesi dikkatimi çekti. Az önce ben dertliydim, şimdiyse o. Adamın derdini daha fazla deşmemek amacıyla konuyu değiştirdim:

“Hacı ben annemi bekliyorum, sen kimi bekliyorsun?”

“Yeğenimi bekliyorum. İlk defa gelecek, evi bilmiyor. Yeni tezkere aldı. Benim küçükle aynı dönemde, aynı şehirde başlamıştı askerliğe. Bitirdi geldi işte. Ercan’ım da gelecekti ama olmadı!” dedi. Son cümleyi söylerken sesi çatladı. Bunu metal çerçeveli gözlüğünün altından safça bakan gözlerinin yaşarması izledi. Tendürdiyot sarısı yüzünün koyulaşıp kederli bir hal aldığını farkettim. Poker suratlı biri değildi hacı, duygularını hemen açığa vuruyor, bu da hemen yüzüne yansıyordu. Az önce derdini daha fazla deşmemek için konuyu değiştirmiştim ama şimdi bir kez daha konu değişikliği yapmak olmazdı. Bu nedenle ne olduğunu sordum. Erzurum’da iki aylık askerken Düzce’den gelmesini beklediği yeğeninden Ercan’ın hastalığına dair bir telgraf aldığını, Erzurum’a gittiğinde oğlunun ölüsüyle karşılaştığını söyledi, sonra yanaklarını ıslatan göz yaşlarını kurulama gereği duymadan cüzdanından çıkardığı fotoğrafı gösterdi. Vesikalık renkli fotoğrafta gözleri parlayan, gülümseyen bir genç vardı. Onun da geriye yatık saçları gürdü, burnu da babasınınki gibi biraz uzundu, başka da bir benzerlik görmedim.

“Neymiş ölüm sebebi hacı?” diye sordum merakla.

“Zatürre dediler. Ama esas sebep başka!” dedi. Bu yanıt merakımı daha da artırınca esas sebebin ne olduğunu sordum.

“Esas sebep benimki!” dedi.

“Nasıl yani?”

“Çok nazlı yetiştirdi onu, arkasında fır döndü. ‘Bırak kendi işini kendi yapmayı öğrensin, yarın öbürsü gün gurbete çıkınca, askere gidince çok sıkıntı çeker bu!’ derdim, benimki de hep ‘Ben olmasam, sana kalsa bu çocuk çoktan ölmüştü!’ diye bana çıkışırdı. Esas sebep benimkisi öğretmen efendi!” dedi mahkeme kararını açıklayan bir hakim edasıyla.

O arada önünde Düzce Birlik yazan bir otobüs yavaş bir şekilde kıvrılarak içeri girdi. Hacı hemen kalktı, hızlı adımlarla otobüsün durduğu yere doğru seğirtti. Ben de kalktım, ileri geri beş on adım attım. Kasada oturmak baldırlarımı ağrıtmıştı. Hacı olumsuz anlamda başını sallayarak dönünce tekrar yerlerimize oturduk. Pala bıyıklı garson geldi, boş bardakları aldı. Parasını verirken çayını övdüm, başını sallayıp bir türkü mırıldanarak memnuniyetini gösterdi. Beş dakika kadar konuşmadık. Yeni giriş yapan otobüsleri, yolcu bekleyenlerin otobüslerin durduğu yere doğru hareketlenmelerini, kiminin eli boş dönmesini, kiminin yanlarında inen yolcular ve bavullarla garaj dışına yürümesini, kiminin taksi tutmasını, kimininse belediye otobüs durağına doğru ilerlemelerini seyrettik, bunlar bizi meşgul etti. Adam koluma dokunduğunda kendimi bir rüyadan uyanmış gibi hissettim. Bakışlarımı ona çevirdiğimde tentürdiyot sarısı yüzün az önceki kederli ifadeden arınmış olduğunu gördüm. Hatta yüzünden anlık bir gülümseme geçince merak ettim:

 ​​“Ne oldu?”

 ​​“Ne ne oldu öğretmen efendi?”

 ​​“Güler gibi oldun da onun için sordum.”

 ​​“Ha tamam, anladım. Geçen hafta başımızdan bir şey geçti de onu hatırladım. Bir saattir çok konuştum, bilmem sıkıldın mı?” diye sordu. “Sıkılmadıysan onu da anlatayım, ayrıca senin sohbetini sevdim!” diye ekledi.

 ​​“Anlat, anlat,” dedim. Sesimin tınısı sözümü destekliyordu.

 ​​“Anlatayım o zaman. Geçen hafta Düzce’ye gitmiştik. Dönüşte bir banyo yaptık, yorgun olduğumuz için de erkenden yattık. Bir vakit sonra önce hafif, sonra şiddetli patlama sesleri bizi uykumuzdan uyandırdı. Uyku sersemliğinin verdiği şaşkınlık beni biraz bocalattı. Benimki ‘Herif ne duruyon, kalk bir bak!’ deyince kalktım. Genzimi bir duman kokusu yakmaya başladı. Elektriği yakınca dumanları gördüm. Benimki arkamdaydı, hemen pencereleri açtı. Dumanların oturma odasından geldiğini anladım, aralık duran kapıyı ittim. Aman Allah, bir de ne göreyim, gardrobun üstündeki kartonlar alev almış yanıyor, alevler tavana yayılıyordu. Benimki dışarı çıktı, komşulara haber verdi. Kimisi giyinikti, kimisi pijamalı, derhal itfaiye çağırmaları için bağırdım. Telefondan on dakika sonra itfaiye geldi, şansımız itfaiyenin eve yakın olmasıydı. İtfaiye gelene kadar biz ve iki komşu kovalarla elimizden geldiği kadar su döktük ama aşağıdan yukarı zor oluyordu dolu kovayı dökmek. Neyse itfaiye zamanında yetişti, tazyikli suyu dayayınca yangının önünü aldık. Demek o gece Düzce’den gelmesek bizim evle birlikte bitişiğimizdeki dört ahşap ev de yanıp kül olacaktı” dedi o geceyi tekrar yaşıyormuş gibi heyecanlı bir sesle.

 ​​“Verilmiş sadakanız varmış. Sebep neydi peki?” diye sordum.

 ​​“Fare.”

 ​​“Ne faresi hacı?”

 ​​“Basbayağı fare işte!”

 ​​“Kusura bakma da fareyle yangın arasında ne ilişki var, onu anlayamadım” dedim.

 ​“Öğretmen efendi, şöyle anlatayım: Ercan’ım ilkokuldayken mantar tabancasına çok meraklıydı. Bayramlarda mahallenin çocukları habire mantar patlatırlardı. Ercan’ım da o bayramlardan birinde gitmiş, elindeki bayram harçlıklarıyla tam on iki kutu mantar almış. Bunu görünce benimki dırdıra başlamış ‘Yakından biri buna ateş ederse yüzüne gözüne bir şey olacak. Senin hiç bir şey yaptığın yok. İlle de olmasını mı bekliyorsun?’ gibi laflarla beni dur durak bilmeden sıkıştırmıştı. Ben de benimkinin sözüne uyarak on kutu mantarı elbise dolabının üstüne koymuş, uzaktan görünmesin diye de etrafını gazete kağıdıyla, kartonla sarmıştım. Yani bu on sene önceki hadise. Allah seni inandırsın, geçen haftaya kadar da mantarı falan unutmuştum. Bilirsin, ahşap evde fare hiç eksik olmaz. Eee malum, mevsim yaz, hava da sıcak. İşte bir fare kutulardan birine giriyor, mantarları kemirmeye başlıyor, mantarlar patlayınca üzerinde senelerdir durmaktan sararmış gazete kağıdı alev alıyor, alevler diğer kutulardaki mantarları pat pat pat patlatınca bir anda kartonlar, örtüler yanmaya başlıyor. Bereket o sırada evdeydik ve daha derin uykuda değildik.”

​“Peki, yangının fare yüzünden çıktığına yüzde yüz emin oldunuz mu?”

​“Tabii, tabii. Evde inceleme yapan heyet tuttuğu raporda yangına farenin mantarları kemirmesinin sebebiyet verdiğini yazdı. Sebep o olunca da işi fazla kurcalamadılar. Ama bence başka bir sebep daha var,” dedi hacı.

“Neymiş o?”

​“Bence sebep benimkiydi,” dedi adam derin bir iç geçirerek. Tentürdiyot sarısı yüzü hafif soluklaşmış gibi geldi bana.

​“Nasıl yani?”

​“Benimki on yıl önce Ercan’ımın o mantarları patlatmasına engel olmasaydı bu iş olur muydu? İki kutu mantarı tüketti de bir şey mi oldu çocuğa? Yoo, hiçbir şey de olmadı. On kutuyu da tüketse bir şey olacağı yoktu. O zaman benim de onları dolabın üstüne saklamam gerekmeyecekti. Hem beni o şekil bir davranışta bulunmaya zorladı,  hem  aldığımız betonarme eve geçmeyi kabul etmedi, ondan sonra da kabahat ‘Niye orda sakladın ?’ diye yine bende oldu. Haksız mıyım ha, ne diyorsun öğretmen efendi?”

Hakem olmak açıkçası hiç hoşuma gitmedi, bereket imdadıma o anda giriş yapan bir Düzce Birlik otobüsü yetişti. Camdan el sallayan delikanlıyı görünce hızla bana döndü:

“Kusura bakma, çok kafanı şişirdim, hadi eyvallah!” dedi, samimi bir şekilde elimi sıktıktan sonra otobüsün durduğu yere doğru çabuk adımlarla yürümeye başladı.

Ben de kalktım yerimden, garajın içinde ileri geri tur attım. On dakika sonra gelip tekrar kasaya oturdum.  Hacının yeri gözüküyordu, bir süre onun anlattıklarıyla oyalandım. Gelen geçenlere ve giriş yapan otobüslere bakmaktan yorulduğumu hissettiğim bir anda süzülerek giren bir Kamil Koç otobüsünde bana el sallayan annemi gördüm…