Olay Gazetesi Bursa

Kestirme girişimler

Bir yıl önce patlayan ve kamuoyunu uzun bir süre meşgul eden fon dolandırıcılığında bir banka müdiresinin yaptıkları başta kendisi olmak üzere birçok kişiyi zarara uğrattı, mahkeme halen devam ediyor. Bu fon davası bana üniversite yıllarımda bir olayı anımsattı: 1970 yılı Nisan ayında Erzurum Atatürk Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatında ikinci sınıf öğrencisiydim. Öğrencilik yanında sporcu […]

Bir yıl önce patlayan ve kamuoyunu uzun bir süre meşgul eden fon dolandırıcılığında bir banka müdiresinin yaptıkları başta kendisi olmak üzere birçok kişiyi zarara uğrattı, mahkeme halen devam ediyor. Bu fon davası bana üniversite yıllarımda bir olayı anımsattı:

1970 yılı Nisan ayında Erzurum Atatürk Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatında ikinci sınıf öğrencisiydim. Öğrencilik yanında sporcu bir kimliğe de sahiptim, atletizm yapıyor, çoğunlukla 5.000 metre ve 3.000 engelli koşuyordum. O yılın Nisan ayında atletizm, boks ve başka bir iki dalda daha üniversiteler arası spor oyunları bir hafta süreyle Mersin’de yapılacaktı. Harekete bir hafta kala üçüncü yurdun dördüncü katında kalan, benimkinden farklı bir fakültede okuyan bir arkadaşım yanıma geldi.

“Mersin’e gidiyormuşsunuz, ben de sizinle gidemez miyim?” diye sordu. Şaşırdım bu teklife, o şaşkınlıkla:

“Sporcular, antrenörler ve idareciler gidiyor ancak,” dedim. Sonra “Niye Mersin’e gelmek istiyorsun ki?” diye sordum merakla.

“Erzurum’un kışı beni bu yıl bıktırdı, bir hava değişikliğine şiddetle ihtiyacım var, ondan. Herhangi bir dalda boşluk varsa ben de sporcu olarak size katılırım, ne olursun bir araştır!” dedi yalvaran bir ses tonuyla.

Üniversitenin bu işlere bakan odası birinci yurtdaydı. Yarım saat sonra oraya gittim, oda kapalıydı ama camda asılı yazılardan birinin Mersin’deki spor oyunlarıyla ilgili olduğunu farkedince yazıyı okudum. Yazıda sadece boksta altmış yedi kiloda bir boşluk olduğu yazılıydı. Hemen üçüncü yurda döndüm, arkadaşımı buldum, durumu anlattım.

“Tam isabet, ben de altmış yedi kiloyum!” dedi coşkulu bir sevinç nidasıyla.

“Sen hiç boks yaptın mı?” diye sordum.

“Hayır, seyretmek dışında bir ilgim olmadı. Ama şehirde tanıdığım bir eski boksör var, Kemal abi, ona gider, bir hafta içinde ondan ne öğrenirsem onunla idare ederim,” dedi göz kırparak.

“Emin misin?” dedim.

“Eminim,” dedi.

“Gel öyleyse birinci yurda gidelim, yarım saat önce kapalıydı oda, belki bir gelen olmuştur,” dedim, aşağı indik. İki yurt arasındaki üç yüz metrelik mesafede ondaki sevinç ve heyecan adeta elle tutulacak gibiydi. Oda bu defa açıktı, içerde geçen yıl Balıkesir’deki spor oyunlarında kafile başkanlığı yapan kişi vardı. Beni tanıdı, yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi.

“Mersin’e hazırlanıyorsun değil mi? Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu.

“Kendimin değil ama arkadaşımın bir şeye ihtiyacı var,” dedim. Soru soran bir bakışla bana bakınca camdaki yazıyı işaret ettim, “Boksta altmış yedi kiloda boksör yokmuş, arkadaşım o boşluğu doldurmak istiyor,” diye bir açıklama yaptım. Kafile başkanı gözlerini benden arkadaşıma çevirdi, onu bakışlarıyla kısa bir an süzdü, sonra:

“Seni daha önce hiç görmedim,” dedi. Arkadaşım:

“Birinci sınıf öğrencisiyim, bu yıl geldim, ondan görmediniz,” dedi. Bu yalandı, o da benim gibi ikinci sınıf öğrencisiydi. Kafile başkanının ikinci sorusu:

“Daha önce boks yaptın mı?” oldu.

“Evet, lisede boks takımındaydım,” dedi arkadaşım, ki bu da yalandı.

Kafile başkanı tam emin olamamış bir insan edasıyla bana baktı, bir şey söylememi bekledi.

“Bana iyi boksör olduğunu, lisede boks yaptığını, başarılarını anlattı,” dedim, ki bu da üçüncü yalandı.

“Tamam o zaman, seni altmış yedi kilo boksörümüz olarak kaydediyorum, yarın gel, malzemelerini vereyim,” dedi kafile başkanı, teşekkür edip yanından ayrıldık.

Üçüncü yurda dönerken arkadaşım emek verdiği bir uğraşta başarıya ulaşmış gibi mutluydu. “Kemal abi bana bir haftada bu işin püf noktalarını öğretir artık, çok sağol arkadaşım,” dedi.

Bir hafta sonra bir otobüsü dolduran sporcu kafilesiyle Mersin’e gittik. Arkadaşım Mersin’in sıcak havasında özgürlüğüne kavuşmuş bir tutuklu gibi mutluydu, “Oh be, Erzurum’un zorlu kışından sonra burası bana çok iyi geldi!” diyordu sık sık. Dördüncü gün boks maçlarının günüydü. Kapalı spor salonunda seyirciler olarak yerlerimizi aldık, ben kafile başkanının yanına düştüm, maçları izlemeye başladık. Altmış yedi kiloya kadar bizim boksörlerden dördü ringe çıktı, ikisi galip geldi, ikisiyse kora kor bir mücadeleden sonra yenildi ama kafile başkanı söz ve davranışlarıyla durumdan memnun olduğunu gösteriyordu. Sıra arkadaşımın maçına geldiğinde ne yapacağını çok merak ediyordum. Ringe önce arkadaşım çıktı, boksörlerin görmeye alıştığımız ısınma adına havayı döven, sağa sola yumruk sallayan figürlerini sergiledi, bunlarda bir acemilik görmedim, “Kemal abisi onu iyi hazırlamış!” diye düşündüm. Kafile başkanı da benim gibi düşünmüş olmalı ki:

“Bu arkadaşı son anda da olsa kafileye katmakla ne denli isabetli bir karar verdiğimi şimdi görüyorum,” dedi.

Sonra rakibi çıktı ringe, o da alışılmış figürleri sergiledi ve gongla birlikte maç başladı. Rakibi ilk on saniyede bir iki kaçamak vuruşla arkadaşımı yokladı. Arkadaşımın boş biri olduğunu hemen anlamış olmalı ki ikinci on saniyede ona peş peşe hepsi yerini bulan beş yumruk attı, altıncı yumruğuysa kendi ekseni etrafında üç yüz altmış derece dönerek yapıştırdı, ki bu sükseli yumruk hemen tribünlerden büyük alkış aldı. Kemal abisinin tavsiyeleri arkadaşımın ancak iki yumrukta gardını yukarda tutmasına yetti, yediği diğer dört yumrukta gardı düştü. Arkadaşım tam bir sersemlik içindeydi ancak rakibinin altı yumruk ardından verdiği iki üç saniyelik arada biraz kendine geldi ve yeni bir yumruk sağanağına uğramamak için gardı aşağıda ringde resmen kaçmaya başladı! Bir yandan rakibi onu yakalamaya çalışırken öte yandan hakem “Boks! Boks!” diye arkadaşımı uyarıyordu. Bu durum tribünlerde altıncı sükseli yumruk gibi bir yankı uyandırdı ama bu kez yankı hayranlık değil gülme, kahkaha şeklindeydi. Arkadaşım o anlarda tam anlamıyla bir komedi oyuncusuna dönüşmüştü. Rakibi sonunda onu köşeye sıkıştırdı ama yumruklarına başlamadan arkadaşımın arkasını dönüp çömelmesiyle kenardaki antrenörün ringe havlu atması bir oldu. Karşılaşma hepi topu bir dakikada bitti. Kafile başkanı iki üç dakika önce söylediği “isabetli” sözcüğünün ne kadar “isabetsiz” olduğunu anlamanın şokunu yaşıyor gibiydi. Bende de arkadaşım adına yalancı tanıklık yapmış olmanın sıkıntı ve tedirginliği vardı.

Akşam otelde arkadaşımla maçını konuştuk. “Sadece bir dakika sürdü maçın!” dedim.

“Sen gel de o bir dakikayı bir de bana sor. Bir dakikanın bu denli uzun sürebileceğini bilmezdim, hiç bitmeyecek sandım,” dedi. Sol gözü morarmış, sağ elmacık kemiğinde bir şişlik oluşmuştu.

“Kafile başkanına yalan söyledin, inkâr etmiyorum ben de bu yalana dahil oldum. Mersin’e böyle geldin. Bir dakikalık işkence gibi bir ring deneyimi yaşadın. Bundan dolayı pişman mısın?” diye sordum.

 “Pişman değilim, ringde zor durumda kalacağımı daha Erzurum’da düşünmüştüm ama sonuçta benim için ilginç bir deneyim oldu, bir yerim kırılmadı, sakatlanmadım, Mersin’de ring dışında güzel günler geçirdim,” dedi…

Şimdi aynı soruyu fon dolandırıcılığı yapan müdireye “Söylediğin yalanlardan, yaptıklarından pişman mısın?” diye sorsaydım o, arkadaşım gibi “Pişman değilim,” demezdi, zaten “Pişmanım!” diyor çünkü onunki başta kendisi olmak üzere birçok kişiyi zarara uğratmasına yol açan kötü niyetli, çıkar amaçlı yalanlardan…