Bir nehir düşünün, aynı şehirden iki kere geçiyor ve bu şehir bu güzelim nehrin kıymetini bilmiyor.
Fotoğraflardan biri Nilüfer Çayı’nın ana kaynağı olan Uludağ’daki Aras Şelalesi’nden tüm berraklığıyla çıkışı ve ikinci fotoğraf ise, 200 kilometre yol kat ederek Bursa Ovası’nı kıvrım kıvrım dolaşarak Marmara’ya dökülen Nilüfer Çayı‘nın (artık su akan çay olmaktan çıktı, atık akan çay oldu) Küçükyenice-Balabancık’tan geçen bölümü…
Toprakla uğraşarak, ekip dikmek, bir şeyler üretmek için aldığımız tarlaya giderken sıklıkla geçtiğim bu bölgede kanalizasyonla karışmış olan ağır kimyasal atıkların kokusu öyle rahatsız edici ki, insanın ciğerleri boğuluyor…
Doğada rahat nefes almak istiyorsun ama insanoğlunun kâr hırsıyla katlettiği çaydan akan zehir insanı nefessiz bırakıyor.
Doğada huzur bulmak istiyorsun, huzurun kaçıyor…
Bu nasıl bir sorumsuzluk, bu nasıl bir vurdumduymazlık, yıllardır süren…
Gökyüzünün maviliği ve çevrenin yeşilliği ile zehir akan çay ne kadar tezat…
İnsan gökyüzünün mavisinin bulutlarla birlikte suyun yüzeyine yansımasını görmek istiyor ama öyle yoğun kimyasal atık var ki, o güzelim renkler boğulup kayboluyor.
Oysa anayasa başta olmak üzere yasalarda doğanın, çevrenin korunması için gerekli düzenlemeler var.
İstenirse burası pırıl pırıl akar…
Sorun bunun uygulanmasında…
Kim uygulayacak bunu?
Sorun da zaten bu, kim uygulayacak?
Doğduğu yerle döküldüğü yeri kıyasladığımızda, doğduğu yerde birinci sınıf, içme kalitesinde bir su olduğunu görebiliyoruz. Ama bir saatlik yol kat ettiğinde Nilüfer Çayı‘nın tarım alanlarını gezdiği gölgelerde dördüncü sınıf, en kalitesiz su olarak tanımladığımız su seviyesine kadar kirlendiğini görebiliyoruz.
Nilüfer Çayı’nı kurtarmak için bir şeyler yapılmasına rağmen hâlâ bu durumda olması belli ki bir yerlerde bir şeyler eksik kalıyor.
Dilerim, uzun sürmeyecek bir zaman içinde çayın pırıl pırıl akacağı, balık tutulacağı günleri görürüz…
Saygılarımla.
Bir vatandaş
Bir kap su da sen koy!