Bütün bu cümleleri sıralayıverdi bize, kucağımda henüz dokuz aylık, hiçbir şeyden habersiz, dünya güzeli oğlum için.
Bu konuşma, ben ve eşim için, hayattan yediğimiz en sert tokattı. Duymayı düşünmediğim bu sözcüklerin en yaralayıcısı da “İlkbaharı sonbahara çeviren” hastalık…
Gücümün nasıl tükendiğini, kalbimin nasıl acıdığını anlatacak sözcük yok ki…
Çaresiz ve bitkin eve geldiğimizde, henüz yedi yaşında olan büyük oğlum ürkek gözler ile kardeşine ne olduğunu sordu.
Ne diyebilirdim ki, kendimin bile reddettiği bu gerçeği ona nasıl anlatabilirdim? Allahım ne olur bu kabus olsun ve uyandığımda bunları hiç yaşamamış olayım.
“İyileşecek oğlum, merak etme” dedim, sıradan, inançsız ve boş bir ifade ile.
Oysa, o yavrum nasıl beklemişti kardeşini, hiç kıskanmadan… Okuldan heyecanla geldiğinde ilk işi, onu görmek, onu koklamaktı. Yedi yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatılırdı bunlar?
Eşimle uzun süre kabullenemedik, “Doktorlar yanılıyor, bizim çocuğumuzda bir şey yok” dedik. Peki, neyin nesi idi o nöbet, o yavrumu perişan eden ateşsiz, nedensiz gelen illet? “Yok canım” diyordum içimden, “bir daha olmaz”. Beynimin bir türlü kabullenmeyişi… Ama bir daha oldu, bir daha, sayısız kez oldu.
Ancak biz onu çok sevdik, ben sanki dünyada bir tek küçük oğlum varmış gibi, kendimi ona adadım. Babası onca işinin, sıkıntısının arasında onu hiç ihmal etmedi. Ağabeyi, harika bir ağabey oldu. Sevgimizin ona yansımasının sonucunu alıyorduk. İçtiği o kadar ağır ilaçlara karşın, günde sayısız geçirdiği nöbetlere karşın, geç de olsa yürüdü, gülümsemesi, sevgi dolu yüreğinden ve yüzünden hiç eksik olmadı. Kendisinden çok sonra doğanlara el sallayarak yol verdi. Hatta onlara, “Abi, abla” bile dedi her şeyden habersiz.
Oğlumu yanıma alıp bir yerlere gitmek, bana çok zor gelmeye başlamıştı. Çünkü, sanki uzaylı bir yaratığa bakar gibi, içimi delip geçen bakışlarla mücadeleyi bitirdim sanıyordum.
Her sokağa çıktığımda, insanların çocuğuma bakışlarından, dolmuşta çocuğunu oğlumun yanından çeken kadınlardan artık fenalık gelmişti. Bir keresinde yanımda oturan ve yine çocuğunu bizden kaçırmaya çalışan bayana, “Korkma” demiştim, “Bulaşıcı değil.” Ne kadar anladı bilmiyorum. Çocuğunun kulağını çekip dolmuşta bulduğu bir tahtaya vurmaya başladı. Çok gülmüştüm içimden. Evet artık onların bakışlarından rahatsız olmuyordum, aksine, suratlarındaki ifadeye gülmeye başlamıştım. İşte dönüm noktam bu oldu.
Biz ailecek oğlumuzu olduğu gibi kabul etmiştik, o bizim Gence’mizdi, bizim hiç büyümeyecek bebeğimizdi ve artık bu kentte onun eğitimi için bir yerler bulmam gerekiyordu.
Gence mutlu olunca, doğal olarak biz de çok mutlu oluyorduk. Öylesine sevecen bir çocuk olmuştu ki, bir keresinde onun yatağı için aldığım civciv desenli çarşafa yatamamıştı. Onları inciteceğini düşünerek üstüne çıkamıyordu yatağın, sürekli “cici-cici” diye seviyordu onları. Düşünün bu denli katıksız bir sevgiyle bağlıydı hayata. Bence doğduğunda açtığı çiçekler hiç solmamıştı.
Çünkü hazan, bizim çocuklarımızdan çok uzak bir mevsim.
Gence’nin annesi