Tarih Profesörü Behçet Kemal Yeşilbursa, “Yurtta sulh cihanda sulh, öyle böyle, içi boş, afakî bir söz değil aslında. Türkiye`nin hakikaten Atatürk`ün milli dış politikasına dönmesi lazım acilen” diyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının yetmiş altıncı yılını geride bırakıyoruz. Cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik ve inkılâpçılık şeklinde sıralanan altı ilke ışığında gerçekleştirdiği devrimlerle açtığı yolda, gösterdiği ülküde hiç durmadan yürüyeceğine ant içen Türkiye, bugün bir yandan Atatürkçülüğü bir yandan da iç ve özellikle dış gelişmelerde “yurtta sulh cihanda sulh” düsturuna dayanan iç ve dış politikasının haklılığı veya gerekliliğini tartışıyor.
İşte tüm bunları Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa ile konuştuk. Prof. Yeşilbursa, modern Türkiye ve modern Ortadoğu tarihi ve Türk dış politikası alanlarında uzman. İlginç bir şeklide doğum günü Bursa’nın kurtuluş günü olan on bir eylüle denk gelen ve ailesinde Çanakkale şehitleri, Kurtuluş Savaşı gazileri olan Prof. Yeşilbursa bu açıdan ulusal egemenlik, cumhuriyetin içi boş kavramlar olmadığını da akademisyenliğin ötesinde de gayet iyi biliyor.
Konuştuklarımızın büyük bölümünü Ortadoğu, Suriye ve Türkiye’nin dış politikası oluştururken, çözüm sürecinin akıbetine, Birinci Dünya Savaşı’nın, Sevr’in, Ermeni meselesinin yüzüncü yılında yaşanması muhtemel gelişmelere ve yeni Türkiye’de gençlerin Atatürkçülüğe bakışına da değindik. Prof. Behçet Kemal Yeşilbursa’nın anlattığına göre gençlik yeni Osmanlıcılık modasından hayli etkilenmiş durumda.
Atatürk`ün ölümünün yetmiş altıncı yılı geride kaldı. Yirmi birinci yüzyılda devrimlerin geçerliliği tartışılır hale geldi. Siz ne söylersiniz?
Konjonktürel, dönemsel algılamalar, farklı analizler, yorumlar geliyor. Bin dokuz yüz yirmilerden bugüne Türkiye`de bin dokuz yüz elliler farklıydı, seksenler farklı. Günümüzde tarihimizle yüzleşiyoruz söylemi altında farklı analizler ve yorumlar yapılıyor. Ulus devlet kavramının içinin boşaltılarak sonunun geldiği noktasından hareketle bugünlere geliyoruz. Sanki Osmanlı dönemi çok güllük gülistanlıktı, her şey çok güzeldi gibi tekrar Osmanlı sosyal, toplumsal hayatına, siyasal yapısına özlem dillendiriliyor bazı aydınlarca. Ama bunların pek içi dolmadığı için gelinen noktada Misak-ı Milli sınırları sorgulanır hale gelmiş durumda Türkiye`de şu anda. Türkiye`nin etrafındaki çembere ve bütün yaşananların er veya geç Türkiye`yi de saracağı gibi bir endişe var. Bu içeride de Atatürk ile kavga üzerinden oluyor. Bunu kendi kendime çok sordum; insanımızın Atatürk devrimleri ile ne sıkıntısı olabilir? Vatanını, milletini sevmek kötü mü? Halk demek kötü mü? Milli irade, milli bağımsızlık demek kötü mü? Doğumundan ölümüne kadar hayatı, yaşadıkları, yaptıkları çok net ortada.
Siz gençlerle sürekli bir aradasınız. Gençlerin bakış açısında ne yönde bir değişiklik var? Onlar nasıl algılıyor bu meseleyi?
İster istemez konjonktür gereği bir Osmanlı`yı yeniden keşfetme var. Bir Osmanlı hayranlığı var. Osmanlı’yı kimse reddetmiyor. Atatürk de Cumhuriyet de biz de. Çocuklara anlatırım; tarih sahnesine çıktığımızdan bugüne kadar tarih şeridinde bir halkadır Osmanlı. Selçuklu var Karahanlı var. Bugünkü temsilcimiz de Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Osmanlı’yı kimse yok saymıyor. Başımızın gözümüzün üstünde yeri var ama suyu geriye akıtamazsınız. Sosyal olaylar, devrim olayları böyle bir şeydir; ileriye dönük. Hadiselerin önünde durmayacaksınız. Toplum daima ileri doğru şekillenir, bütün dünya tarihi öyle şekillenmiş, hiç geriye dönük şekillenmemiştir. Tarihi okuyacaksınız ama geleceği dizayn edeceksiniz. Çünkü tarih geleceğin bilimidir, derim hep. Yeni Osmanlıcılık gibi bir vizyon ve algı gençlerde var. Şu anda pek popüler değil Atatürk ve Cumhuriyet ve çok da acımasız eleştiriyorlar.
Güney sınırında yaşanan gelişmelere bağlı olarak Türkiye`nin nasıl konumlanması gerekiyor?
Benim acilen düşündüğüm şu: Şimdi çok abes karşılanıyor tabii ki ama “yurtta sulh cihanda sulh” öyle böyle, içi boş, afakî bir söz değil aslında. Türkiye`nin hakikaten Atatürk`ün milli dış politikasına dönmesi lazım acilen. Meşru hükümetlerle, zeminlerle dış politika, normal devletler arasındaki ilişkiler bazına dönüp, yurtta sulh cihanda sulh mantığı ile hareket etmesi lazım. Bu Misak-ı Milli sınırları içine hapsedilmiş etkinliği olmayan bir ülke anlamında değil, böyle yormamak lazım.
Alfabe polemiği olabilir
Harf devrimi ile halkın bir gecede cahil bırakıldığı iddiası var.
Bu iddiada bulunuyorlar ama gerçek öyle değil. O dönemde okur-yazar nüfus yüzde beşlerde. Burada Osmanlı-Cumhuriyet ayrımı yapmıyoruz ama Osmanlı`dan çok iyi bir miras devralmış sanki Cumhuriyet de biz bunları mahvetmişiz. Okur-yazarlık yok. Yakın zamanda birçok aydın ve siyasi de bu konuya parmak basıyor. Sanki alfabeyi bilince herkes arşivlerden Osmanlıca metin okuyor. Yok böyle bir şey. Şu anda harf devrimi üzerinde polemik yoğunlaşıyor. Hem harf devrimi ve alfabe konusunda önümüzdeki yıllarda tartışma çıkabilir hem de Medeni Kanunla ilgili. Emarelerini görüyoruz.
Medeni Kanunla ilgili ne tür bir tartışma gelebilir?
Nikâh kıymalar, evlenmelerle ilgili. Sanki imam nikâhı olsa çocuk gelinler olmayacak gibi bir mantık kurulmaya çalışılıyor. Medeni Kanun`da birtakım değişiklikler gündeme geleceğini düşünüyorum önümüzdeki günlerde.
Barışçıl bir denge politikası
Atatürk`ün yurtta sulh cihanda sulh yaklaşımı benimsediği Türk dış politikasında otuz sekizden itibaren üç çeyrek asırda yapılan hatalar neler?
Osmanlı`da da on dokuzuncu yüzyılda düveli muazzama dediğimiz büyük devletler sahnedeydi, bugün de öyle. On dokuzuncu yüzyılda bir denge politikası ülkenin gücüyle orantılı olarak vardı. Bu Cumhuriyet döneminde de var. Ama konjonktür; şartlar oluştuğunda da barışçıl yollarla… Kırk yedilere kadar, İsmet İnönü döneminde de aynı Mustafa Kemal Atatürk dönemi dış politikası devam ediyor. Kırk beş sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünya ve Afrika-Asya ülkelerinin oluşturduğu bağlantısızlar var ki, yurtta sulh, cihanda sulh, bağımsız bir denge politikası güden dış politika izleseydik, bağlantısızlar gibi olsaydık, Atatürk dönemindeki gibi bir taraf olmasaydık, bertaraf olurduk mantığıyla hareket ediyorlar. Ben buna katılmıyorum. Bugün ise yeni Osmanlıcılık tutumunun doğru olmadığını görüyorum. Bunu da şöyle eleştiriyorlar. Misak-ı Milli, vizyonu olmayan dar bir kalıba soktu Türkiye`yi, “yurtta sulh cihanda sulh” ile. Yine yanlış yönlendirme.
Kürtler Türklerle kader birliğinden yana
Bugün yaşanan sıkıntıların temelinde Musul sorununun Lozan’da çözülememiş olmasının etkisi var mı?
Çok öyle düşünmüyorum. Çünkü bugün de uluslararası birçok hadise oluyor; her istediğini yapabiliyor mu ülke? Yapamıyorsunuz. Dolayısıyla bugün de gündemde kalan o Misak-ı Milli`nin çizildiği sınır, hakikaten de bugün Kürt nüfusun yaşadığı Suriye`nin ve Irak`ın kuzeyinde, bizim de hemen güneyimizdeki şerit. Misak-ı Milli de o şeridi görüyor ve zaten diyor ki Atatürk Lozan`da, Kürtler de dâhil; Türklerle kader birliği yapmış olan bir Kürt aydını ve düşüncesi var. Çünkü Kürtler o dönemde kaderlerini Araplarla birlikte değil kuzeyde Türklerle birlikte gören bir yaklaşım sergiliyorlar. Bugün de aslında ana parametre bu. Batı`nın provokasyonu, kaşıması olmasa, Türkiye ile kader birliği etmişlik söz konusu burada. Ama bugün Batı, aynı şekilde bölgeye elini soktuğu için dolayısıyla Türkiye de bunu dengeleyecek dış politikayı üretemiyor.
Akdeniz’e ulaşmak Batı’nın da hayali
Çözüm süreci kapsamında İmralı`nın Misak-ı Milli komisyonu kurulması talebi var. Aynı açıklama PKK`nın Avrupa sorumlusundan da geldi. Kobani`nin de bu kapsamda değerlendirilmesi isteniyor. Bu talebi nasıl yorumluyorsunuz?
Zaten Misak-ı Milli`de belirtilen bölgeydi burası. Türkiye biraz hami rolünde. IŞİD korkunç bir terör uyguluyor. Dolayısıyla IŞİD gibi bir örgütle, güneyimizdeki Araplarla zaten tarih boyunca pek doku uyuşmamış. Zaten Türklerle Kürtleri tarih ve coğrafya kader birliğine zorluyor. Gündeme işte bu Misak-ı Milli Komisyonları da geldi. “Kuzey Suriye, kuzey Irak ve Türkiye ile birlikte bir kader birliği olsun ama biz özerk olalım talebi” var. Devlet kurmak isteyebilirsiniz, ben kınamıyorum ama onun bir bedeli var. Nihai hedef bağımsız bir Kürt devleti bence. Adım adım bu parçaların birleştirilmesi söz konusu. Kuzey Irak, Türkiye`de otuz yıllık mücadele derken önüne ansızın Suriye coğrafyası çıkıverdi. Buraya da müdahale ediyor ama kendi gücü de yok bütün bunları kontrol edecek. Türkiye`den yardım talep ediyor gel beni kurtar, diye. Türkiye orada bir tampon bölge olsun ama kontrol de ben de olsun istiyor, Batı ise bunu istemiyor. Çünkü bunu yaptığınızda kendi elinizle devlet kuruyorsunuz ve karşı tarafa Akdeniz`e kadar açılan bir koridor sağlıyorsunuz. Çok insanın iştahını kabartan bir nokta. Akdeniz`e ulaşmak sadece Kürtlerin değil, Batı emperyalist devletlerin de çok işine geliyor.
Saddam’a kızıp Atatürk’ü suçlamak ayıp
Bundan sonrasında nasıl şekillenir olaylar size göre?
Biraz pesimist yaklaşım gösteriyorum. Arap baharı denildi ama işte Arap baharının geldiği nokta ortada. Bunu söylediğimizde biz Saddam’ı, Kaddafi`yi savunmuyoruz ama realite bu. Sultanlıkların, krallıkların vesairenin olduğu bir Arap coğrafyasında cumhuriyet olan ülkeler bunlar; Libyası, Suriyesi, Irakı, Tunusu. Atatürk`ü ve Atatürk cumhuriyetini örnek almış cumhuriyetler bunlar. Zaman içinde geldikleri nokta Atarük`ün veya Cumhuriyet`in suçu değil. Saddam`ın, Kaddafi`nin, Nâsır`ın gelmesi onların kendi problemi. Şimdi Saddam`a kızıp da Atatürk`ü ve Cumhuriyet`i suçlamak çok ayıp oluyor. Arap baharı gitti bambaşka bir coğrafya, Suriye sınırımıza kadar dayandı. Kimisi buna Kürt baharı diyor. Bütün dünya şu anda maddi manevi arkasında. Nasıl sonuçlanacağı muğlak. Burada tamamen az önce dediğim gibi hedef ülke Türkiye. Ateş sıçramış vaziyette. Irak`ın bütünlüğü dedik, üç yılda bitti. Suriye de bölünecek. Orada geri dönüş olmaz, cin şişeden çıktı artık.
Önümüzdeki süreç sıkıntılı
28 Temmuz 1914 Birinci Dünya Savaşı`nın başlama tarihi. Yüzüncü yılını doldurdu. Bu bölgesel savaşlar yüz yıl sonra Ortadoğu kaynaklı üçüncü bir Dünya Savaşı`nı getirir mi?
Zannetmiyorum. Ama bölgenin çok çok canının yanacağını, bölgedeki halkların hiçbirinin tuzunun kuru olmayacağını düşünüyorum açıkçası; Türkiye dâhil. Çünkü Ermenistan boyutu var. 2015`te orası çok fena gelecek. Her şeyin yüzüncü yılı yaşanıyor. Türkiye ve bölgesinde şöyle söyleniyor; Sevr`den kalan veya Lozan`da kurulamayan iki devlet vardı. Biri Kürdistan, biri Ermenistan. Ermenistan için bölgede nüfus kalmadı. Kalabalık bir nüfus olduğu için Kürt nüfus kullanılıyor. Yüzüncü yılında öngörülen bağımsız bir Kürdistan kurmak. Mümkünse Büyük Kürdistan`ı kurmak. Ama dediğimiz gibi burası Ortadoğu ve siyasette yirmi dört saat çok uzun bir zaman. Akşamdan sabaha ne olacağı belli değil. Sıkıntılı görüyorum önümüzdeki süreci.
Prof. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa kimdir?
1962 Bursa doğumlu. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü`nden mezun oldu. Yüksek lisansını Cumhuriylet tarihi alanında Ankara Üniversitesi`nde, doktorasını Modern Türkiye Tarihi ve Modern Ortadoğu Tarihi alanlarında İngiltere`de The Victoria University of Manchester`da yaptı. Akademik kariyerine Van Yüzüncüyıl Üniversitesi`nde araştırma görevlisi olarak başladı. Gazi (Kastamonu) ve Abant İzzet Baysal Üniversitelerinde görev yaptı. 2007`de profesör unvanı aldı. 2014`te Uludağ Üniversitesi`nde ders vermeye başladı. Modern Türkiye Tarihi, Modern Ortadoğu Tarihi ve Türk Dış Politikası alanlarında uzman. Biri uluslararası yayınlanmış üç kitabı bulunuyor. Evli iki çocuk babası.