Dr. Öğr. Üyesi Furkan Polat
furkan.polat@btu.edu.tr
Orta Doğu on yılı aşkın bir süredir bölgesel güvenlik ve istikrarı baltalayan çeşitli olaylara ve rekabetlere tanık oluyor. Arap ayaklanmalarının Suriye ve Yemen’de iç savaşlara evrilmesi, DAEŞ ve PYD gibi terör örgütlerinin yayılmacılığı, başarısız devletlerde ortaya çıkan silahlı gruplar, Suudi Arabistan-İran rekabeti ve göç söz konusu istikrarsızlığa yol açan belli başlı konular arasında zikredilebilir.
7 Ekim sonrası ise bu istikrarsızlık sürecinde yeni bir evreye geçtiğimizi ve bu sefer başrolde İsrail’in olduğunu söyleyebiliriz. Hamas’ın operasyonuna karşılık İsrail’in Gazze’ye yoğun bir saldırıda bulunacağı, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden sivilleri hedef alacağı ve açıkça uluslararası hukuku ihlal ederek etnik bir temizliğe kalkışacağı çoğu uzman tarafından endişeyle dile getirilmekteydi. Ancak o tarihlerde İsrail’in 7 Ekim olaylarını Gazze’yle sınırlı görmeyip Lübnan’dan başlayarak Suriye, Irak ve nihai olarak İran’a uzanan bir hatta top yekûn bir saldırganlık sergileyeceği tahmin edilemiyordu. Gazze’deki etnik temizlik, Lübnan’da Hizbullah’ın üst yöntemine vurulan ağır darbe, İran’a yapılan saldırılar ve son olarak Suriye’de yeniden toprak işgaline kalkışma bir yılı aşkın bir süredir İsrail’in bölgesel güvenliği tehdit eden yeni bir saldırganlık sergilediğini açıkça gösteriyor. Dolayısıyla geldiğimiz noktada İsrail neden saldırgan davranıyor sorusunu sorarak söz konusu saldırganlığın ardındaki mantığı anlamak oldukça önem arz ediyor.
İsrail’in saldırganlığını açıklayan dört temel faktörden bahsedebiliriz. İlk olarak, genel itibariyle bölgede ve özelde ise yukarıda bahsettiğim hat üzerindeki rakipleriyle kıyaslandığında İsrail’in önemli bir askeri güç olmasıdır. Yıllık askeri harcaması yaklaşık 20 milyar dolar olan İsrail’in hava kuvvetleri envanterinde savaşa hazır 340 adet uçak bulunurken bunların bir kısmını uzun menzilli F-15’ler ve radarlardan kaçabilen F-35’ler oluşturuyor. Öte yandan bölgedeki tek nükleer güç olarak bilinen İsrail’in Demir Kubbe hava savunma sistemi ise işgal altındaki toprakların güvenliğini sağlamada ciddi bir avantaj sağlıyor. Etrafındaki zayıf aktörlerin bu tür yüksek teknoloji içeren bir kapasiteden mahrum olduğunu dikkate aldığımız da söz konusu üstünlüğün İsrail’i bir savaş makinesine dönüştürmesi doğaldır. Zira İsrailli karar alıcılar saldırgan davrandıkça etrafındakilere zarar verebileceklerinden ve buna mukabil rakiplerinin saldırılarının kendisine zarar vermeyeceğinden oldukça emin.
İkinci olarak, İsrailli karar alıcıların rakipleriyle olası bir çatışmada irade dengesinin kendi lehlerine olduğuna dair inancı onları saldırganlığa itiyor. İrade dengesi bir toplumun savaşta mutlak bir zafer elde edeceğine dair inancı ve bu kapsamda sahip olduğu motivasyonu ifade eder. İsrail’in kuruluşundan günümüze yaşanan savaşlarda rakiplerine üstünlük sağlaması, vaat edilmiş topraklar miti ve özellikle Lübnan’da Hizbullah’ın ve İran’da ise rejimin toplumsal destekten mahrum olduğuna dair yaklaşımı söz konusu motivasyonun temelini oluşturuyor.
Üçüncü olarak, müttefiklerinin nispi gücü ve bağlılığının İsrail’i teşvik etmesidir. Başta ABD olmak üzere batılı bazı ülkelerden koşulsuz askeri, siyasi ve ekonomik destek alması Netanyahu yönetimini bölgede yeni istikrarsızlıkları beraberinde getiren yayılmacı davranışlara itiyor. 7 Ekim sonrası ABD’nin 20 milyar dolarlık askeri yardımının yanı sıra BM Güvenlik Konseyi’nde savaşı durdurma çabalarını veto etmesi İsrail’i cesaretlendiren önemli bir faktördür. Son olarak, Netenyahu’nun bölgede İsrail’in çıkarlarıyla örtüşen “yeni düzen” kurma çabasının az maliyetle kısa sürede gerçekleşeceği inancı söz konusu saldırganlığı teşvik ediyor. Eylül ayında BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında Netanyahu’nun Lübnan’dan İran’a kadar olan hatta yer alan aktörleri zikrederek İsrail’in bu tehditleri ortadan kaldıracağını ve bunun kısa sürede mutlak bir biçimde gerçekleşeceğini açıklaması söz konusu inancı ortaya koyuyor.
Bu dört faktör İsrail’in öz güvenini artırırken bölgesel güvenliği tehdit eden yeni bir kriz dalgasının da habercisi. Hem bölgede hem de uluslararası arenada avantajlar sağlayan bu faktörler çerçevesinde İsrail’in mevcut ve potansiyel rakipleri tarafından dengelenmesi bölgesel güvenliğin ve istikrarın yeniden tesisi için oldukça önem arz ediyor. Aksi halde Orta Doğu yeni çatışmalara ve buna bağlı olarak yaşanacak insani trajedilere gebe olacaktır.