
Donald Trump, Ocak 2025’te göreve geldiğinden bu yana Avrupa Birliği ve Avrupalı devletleri hedef alan açıklamalar yapmaya devam etmektedir. Hatta bazen daha ileri giderek Avrupa ülkelerini siyasi, iktisadi ve askeri yaptırımlarla tehdit eden bir tavır da takınmaktadır. Bunlardan en çarpıcı olanı, Trump’ın 26 Şubat’a “Bakın, dürüst olalım, Avrupa Birliği, ABD’yi mahvetmek için kuruldu. Amacı buydu ve bu konuda başarılı oldular” şeklindeki açıklamasıydı. Bununla yetinmeyen Trump, Rusya-Ukrayna Savaşı’nda ABD’nin 350 milyar dolar, buna karşılık AB’nin ise 100 milyar dolar harcadığını ileri sürerek savaşın mali yükünün ezici çoğunluğunu kendi ülkesinin üstlendiğine dikkat çekti. Bu ifadeyle esasında ABD’nin bundan böyle Ukrayna Savaşı için ciddi bir mali yük altına girmeyeceği mesajı vermekteydi.
Üstelik Trump yönetiminin üst düzey kademesinden yapılan muhtelif resmi açıklamalar, Ukrayna’nın NATO üyeliğinin söz konu olamayacağı üzerinde durmaktadır. Rusya’nın Avrupa’da saldırgan dış politika izlemesinin ve Ukrayna’nın işgale uğramasının arkasında önceki ABD başkanlarının Ukrayna’nın NATO üyeliğinin önünü açmalarının bulunduğunu da kabul etmektedir. Tüm bunlara ek olarak Washington, Ukrayna Savaşı’nda ateşkesin sağlanması ve nihai barışın sağlanması için Kiev ile Moskova arasında arabuluculuk sorumluluğu üstlenmeye de başladı. 2025 Münih Güvenlik Konferans’ında konuşma yapan ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, Ukrayna’nın 2014 öncesi sınırlarına dönmesinin gerçekçi olmadığını söyledi. Hegseth, “Bu gerçekçi olmayan hedefin peşinden koşmak yalnızca savaşı uzatır ve daha çok acı çekmeye neden olur” diyerek ABD’nin savaşın devamından yana olmadığını Avrupalı müttefiklerine açıklamış oldu. Bu gelişmeler özetle ABD ile AB arasında Rusya’nın dengelenmesi ve çevrelenmesi hususunda stratejik ayrılık yaşandığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
ABD’nin Avrupa Politikası
Peki, Trump yönetimi neden bu tarz bir davranış sergiliyor? Trump’ın Avrupa politikasını nasıl izah edebiliriz? Bu sorulara, küresel güç dengelerini merkeze alan bir yaklaşımla yanıt üretebilir, açıklama getirebiliriz. Yani, küresel güç dağılımında meydana gelen güç kayışı, mevcut sistemin tek süper gücü ABD’yi politika değişimine zorlamaktadır. 1989’da Soğuk Savaş’ın sonra ermesi ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan yeni küresel düzende ABD, tek süper güç olarak uluslararası siyaset sahnesinde kalmıştı.
Soğuk Savaş’ı müteakiben yaklaşık on yıl devam süren ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzeni, 2000’li yılların başından itibaren sorgulanmaya ve çatırdamaya başladı. 11 Eylül terörist saldırıları akabinde, ABD’nin saldırgan ve emperyalist bir dış politika çizgisi doğrultusunda 2001’de Afganistan’ı ve 2003’te de Irak’ı işgal ederek bataklığa saplanması onun mali, iktisadi, insani ve askeri kaynaklarını israf etmekle sonuçlandı. Bu durum, kaçınılmaz olarak ABD’nin küresel güç hiyerarşisinde göreceli gücünün azalmasına yol açtı. Bahse konu göreceli güç kaybını daha da derinleştiren gelişme ise 2008-2009 Büyük Durgunluk olarak adlandırılan küresel finansal kriz oldu.
Bu kriz ortamında ABD iktisadi ve mali kayıplar yaşarken, Çin’in bu ortamdan güçlenerek çıkarak iktisadi büyüme ve kalkınmasını muhafaza etmesi küresel güç kayışını daha net bir şekilde gözler önüne serdi. Bununla birlikte Rusya da enerji kayaklarından elde ettiği gelirler sayesinde iktisadi büyüme ve askeri kapasite artırma sürecini tamamlayarak yakın çevresinde aktif dış politika izlemeye başladı. Nihayetinde 2000’li yılların ikinci on yılında ABD’nin küresel liderliğine ve güç üstünlüğüne meydan okuyan iki güç merkezi belirmeye başladı: Çin ve Rusya. ABD açısından geleceği belirsiz ve tehlikeli kılan ise bu iki yükselen büyük gücün ABD karşıtlığı zemininde stratejik ortaklık ve ittifak ilişkisi kurmaya yönelmesidir.
Anladığımız ve tahmin ettiğimiz kadarıyla Trump yönetimi, yakın gelecekte ABD’nin küresel üstünlüğüne asıl meydan okumanın Çin’den geleceğini düşünmektedir. Söz konusu muhtemel meydan okumanın önüne geçmek amacıyla politika geliştiren Washington yönetimi, Çin’i çevreleme politikasını uygulama koymaya çalışmaktadır. Çevreleme politikasının temel sütunlarından birinin Rusya-Çin ittifakının engellenmesi olduğunu söylemek gerekir. Rusya’nın Çin’le stratejik yakınlaşama içerisine girip siyasi/askeri ittifak kurması, ABD’nin Çin’i çevreleme politikası önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. O halde, ABD bakımından dış politikada öncelikle yapılması gereken, tavizler vererek ve stratejik anlaşmazlıkları çözerek Çin’in Rusya ile askeri ittifak kurmasının önüne geçmektir. Bu politika alan yazında düşman ittifaklara yönelik “yarma stratejisi” şeklinde adlandırılmaktadır. Ukrayna Savaşı konusunda ABD’nin Rusya’ya tavizler vermesi ve Avrupalı müttefikleriyle stratejik ayrılık yaşamasının arka planında bu yaklaşımın olduğu düşünülebilir.
Avrupa’nın Güvenliği ve Türkiye’nin Stratejik Önemi
Peki, ABD’nin yeni Avrupa politikası ve Rusya yaklaşımı Türkiye’yi nasıl etkiler? Türkiye, bir yönüyle Avrupalı sayılan ve Rusya-Ukrayna Savaşı’na komşu olan bir ülke konumundadır. Aynı zamanda son on yılda savunma sanayiinde atılan adılar Türkiye’nin askeri kapasitesini son derece etkin bir şekilde artırmış, kriz ve çatışma alanlarında Ankara’nın harekât kabiliyetini kanıtlamış bulunmaktadır. ABD’nin Avrupalı müttefiklerini, Rusya karşısında yalnız bırakması durumunda bu ülkeler Türkiye’nin siyasi ve askeri kapasitesini Rusya’ya karşı bir denge unsuru olarak değerlendirmeye ihtiyaçları bulunuyor. Son iki aydır artan bir şekilde Avrupa ülkelerinin siyasi liderleri bu bakış açısını doğrulayan açıklamalar yapmakta ve toplantılar icra etmektedirler.
Avrupa ülkeleri için ABD’nin onlara sağladığı güvenlik şemsiyesinde beliren boşluğu giderme yollarından birini Türkiye’nin askeri kapasitesi oluşturmaktadır. Dolayısıyla Avrupa’nın bölgesel güvenlik mimarisinin yeniden şekillendiği şu günlerde Türkiye’nin stratejik öneminin tarihi kırılma yaşadığını söylemek gerekir. Beliren yeni küresel ve bölgesel koşullar zekice değerlendirilip rasyonel hareket edildiği takdirde Türkiye, hem AB üyeliği sürecinde beklenmeyen bir ilerleme kaydedebilir hem de Avrupa güvenliğinin kilit aktörü haline gelebilir.