Doğru güneşlenme nasıl olmalı peki? Ne yapalım?
Fırsat buldukça elinizi, dizinizden aşağısını güneşe gösterirseniz sadece bu gösterdiğiniz bölgeler size 15 dakikada 5 bin ünite D vitamini üretimi sağlar. Bu kadar basit. Ama yetmiyorsa mutlaka ilave alacaksınız. Fakat doğal D vitamini sülfatsızdır, daha iyi kullanılır, doğal D vitamini temin etmenin de bir yolunu bulacaksınız.
Çok bronz olmak riskli mi peki?
Risk değil aslında, korunma, çünkü bronzlaşma olmazsa kanser olursunuz. Önemli olan sık aralıklarla güneşleneceksiniz, iyi saatlerde güneşleneceksiniz. Yani sizin eğer arabanızın benzin deposu 200 litrelikse arkaya koyacağınız benzin tankı risk yaratır. O depoyu 3-5 istasyondan sonra tekrar dolduracaksınız bu kadar basit.
Yani her şey kararında…
Evet, Yaşasın Hayat’ın temel felsefesi makul sözcüğündedir. Makul demek kararında demektir, fazla ya da az olmayan demektir. Biz ifrattan ve tefritten hoşlanmayız, yani hiçbir şeyin fazlasını ve hiçbir şeyin eksiğini, azını çok sevmeyiz.
UVa nedir?
Ultraviyole ışınları yani morötesi ışınların içinde bize D vitamini ürettirip fayda verenler de var. Bizi cilt kanseri gibi bir riskle karşı karşıya bırakanlar da var. Burada bu riski ayarlamak da sağlık bilinciyle alakalı, sağlık bilinciniz iyi olursa, D vitamininiz çok, cilt kanseriniz az olur. Zaten cilt kanseri riskinin az olması için de D vitamininin çok olması gerekiyor. O nedenle güneş ışığının hangi saatinden yararlanacağımızı bilmemiz lazım. Burada çok önemli bir bilgiyi de vurgulamadan geçmeyelim, bu bilgiyi keşfeden de bir Türk hekimi: Prof. Dr. Aziz Sancar! DNA, ışığı gördüğü anda kırılan, zarar gören bir molekül, DNA’sı kırılan hücre zaten kanserleşmeye aday bir hücredir. DNA tamir enzimleri ise bu kırılmaları tedavi ediyor. İşte bu tamir enzimlerinin, bu tamir mekanizmasının, en hassas, en zavallı, en işlevsiz olduğu saatler ne zaman biliyor musunuz? SABAH ve AKŞAM saatleri… Yani sizin o saatlerde alacağınız güneş ışınları ile DNA’nızda meydana gelecek hasarların tamiri mümkün değil. Bunu bulduğu için Aziz Sancar Nobel Ödülü aldı. Aslında D vitamini konusunda en çok konuşması gereken, en çok söz sahibi olması gereken hekimlerden birine biz sahibiz Prof. Dr. Aziz Sancar. Onun için D vitaminini daha çok konuşmalıyız. Çünkü biz yürümek üzere yaratılmışız, koşmak üzere değil. Bizim asıl karar vericimiz genetik hafızamızdır, bunu unutmayın! Genetik hafızaya göre biz yönetiliyoruz. İnsanlık tarihi boyunca kıtlıklar, açlıklar, savaşlar, göçler var, bunların hepsi bizim genetik mirasımıza yazılmış. Bu miras bize “bir şeyden kaçıyorsan koş, bir şeyi kovalıyorsan koş” diyor. Koştuğumuzda vücut bunu “bu adam ya bir şey avlayacak ya da bir şeyden kaçıyor, bu nedenle sisteme daha fazla kortizol ve adrenalin pompalamalıyım” olarak algılıyor. İşte bunların hepsi zehir hormonlardır. Yani siz koşarsınız ama daha çok kortizolle vücudunuzu daha çok yaşlandırırsınız.
“Sabah spor yaparsak daha fazla yağ yakarız” ya da “akşam yürüyüşleri daha sağlıklı” gibi pek çok iddia var. Ama hangisi doğru?
Bu işin gerçek uzmanlarının bir mottosu vardır: “Ardıç kuşuysanız sabah, baykuşsanız akşam egzersiz yapın…” Size bağlı bu, siz kendinizi ne zaman iyi hissediyorsanız o zaman egzersiz yapın. Bitmedi, zamanınıza bağlı. Örneğin “ben uzun zaman sabah egzersizleri yaptım, ama artık erken saatlerde hasta kabul ediyorum, günü rahat kullanabilmek adına, erken kalkıyorum vs vs. Sonuçta sabahları egzersiz yapamıyorum, bu yüzden akşam 17.00-19.00 arasında egzersiz yapıyorum 10 bin adım atıyorum” Mükemmel! Her gün 10 bin adım atıyor! O zaman “şu zaman egzersiz yapmak daha iyi!” ya da “bu zaman egzersiz yapmak daha kötü!” bunlara gerek yok. “Sabah 20 dakika, akşam 30 dakika” nasıl isterseniz, bu size bağlı! Ama şu küçük farkı bilelim, daha çok yağ yakmak isterseniz sabah aç karnına yapılan egzersizin bir tık daha faydası olur. Hepsi bu. Ama uykuya yakın yapılan egzersizlerin uyku hırsızı olabileceğini unutmayın.
Şimdi bu durum benim uykusuzluğumun nedenini de açıklıyor. Nedeni açıklar mısınız?
Uykuya yakın egzersiz yaparak yorgun yatağa girdiğiniz zaman daha az melatonin salgılar, daha geç uykuya dalarsınız. Derin uyku fazlarını yüzeyselleştirir, uykudan istediğiniz dinlenmeyi alamazsınız. Yatmadan 2 saat önce egzersiz kesilecek. Zaten uyku bir ritüel, bu ritüel içinde koşma yok, yürüme yok. Dinginlik, sakinlik, farkındalık , daha az ışık ve ses, gün ile bağlantıyı kesme, daha çok inanç ve dua var.
Çok yorgun olduğumuz günlerde uyuyamama nedenimiz de bu sanırım, değil mi?
Büyük ihtimalle odur… Uykunun doğasına aykırı davranıyor olmak… Duygusal yorgunlukta da günle alakayı kesemediğiniz için, şalterleri indirmeden yatağa girmeye kalktığınız için uyuyamazsınız.
Piyasada türlü türlü renkte, desende ve hatta melodili lambalar var. Bunların hepsi daha iyi uyumak ve hızlı uykuya dalmak için. Uykunun sevdiği bir renk var mı?
Uyku için ideal ışık rengi karanlıktır, yani uyku için ışık yoktur. Ama gözün alıştığı ışık güneş ışığıdır. Bugün dünyanın yaşadığı en önemli kirliliklerden bir tanesi ışık kirliliğidir, renk kerliliğidir. Beyaz ışıklar bizimle ilgisi olan bir ışık asla değil. Sarı ışıktır insanın ışığı, ateşin ışığıdır. Biz bundan binlerce yıl önce ateşle yaşamışız ve o sarı ışıkla kronobiyolojimizi geliştirmişiz.
Gelelim strese… Kritik bir konu bu, çünkü sizin de vurguladığınız bir gerçek var ki “stressiz yaşamak” neredeyse mümkün değil. Nasıl stresle başa çıkmalıyız? Ya da mücadele etmemeli miyiz?
Stresi azaltmak istiyorsanız yapacağınız en basit şey, bir şeye sırtınızı dayamaktır. O dayandığınız şeyin güçlü olduğuna inanırsanız, size stres yaratan faktörlerle mücadele etmeyi daha kolay başarırsınız. Bence Bursa bu konuda Türkiye’nin en şanslı şehirlerinden biri. Neden? Çünkü arkasını Uludağ’a yaslamış. Bir de Bursa’nın zaten kendisi insanda nedense, diğer metropollere kıyasla daha çok gevşeme, daha fazla rahatlama hissi uyandırıyor. Bunu samimiyetle ifade edebilirim. Gerçi biraz da mekanikleşti Bursa son 30-40 yılda. Yani sanayileşti, büyük sanayi tesisleri kazanımı oldu, enerji açısından önemli bir şehir oldu. Dolayısıyla o bizim yeşil Bursa yerini biraz da sanayisi ön planda olan, çalışan nüfusun fazla olduğu, göç alan ve hızlı büyüyen bir şehire bıraktı. Bu da ister istemez daha çok stres demek.
O zaman kapılar “Stres Yönetimi”ne açılıyor…
Şunu bilmekte yarar var, stresin azı faydalı. Stres olmazsa biz yaşayamayız, bizi ayakta tutan mücadele gücüdür. O mücadele gücü için de stresle itilmeye ihtiyacımız var. Adrenalin olmazsa hayatın keyfi olmaz, o olmazsa yarışamayız, yarışıp yeni şeyler bulamayız, yeni şeyler üretemeyiz ama “o stres” bizi kavgaya götürüyorsa, kendimizin dışında başka bir kişilik arayışına yönlendiriyorsa, pozisyonumuzu hep başkasına göre almaya, daha çoğa, daha büyüğe, daha hızlıya, daha güce tapınır hale getiriyorsa arızalı strestir. Bir diğer konu da şu: Stresin zaman zaman büyüklerini de görmemiz lazım ki bağışıklık kazanabilelim. Ama bizi sürekli tahrik eden, tahriş eden, gıdıklayan, tekrarlayan stresler çok problemli stresler. Öyle görünüyor ki yeni hayat bizi küçük ve geçici streslerle değil, sürekli ve minik stres travmaları ile karşı karşıya bırakıyor. O zaman yapacağımız şey kendi farkındalıklarımızı ön plana çıkarmak. Bizim kendimiz olmanın çaresini bulmamız lazım, daha çok kendimizle birlikte yaşıyor olabilmemiz lazım ve kendimize daha fazla zaman ayırmanın bir yolunu bulmamız lazım. Daha çok aile, daha çok sosyal yaşam ve çevre, daha çok kabullenir olma, daha çok “bu da geçer” diyebilme, affedici ve hoşgörülü olma, daha az kindar olma, daha az öfkeli olma, daha az endişeli olma, daha çok paylaşma ve daha pek çok şeyi ekleyebiliriz. Ama Aristo’nun bir saptaması var: Dünyadaki paylaştığımız şeylerden hiçbirisi iyimserlik kadar bize iyi gelmez. Evet stresin ilaçlarından bir tanesi de iyimserlik ve iyilik yapmak. Bir de daha az eleştirip daha çok övmeniz lazım, o zaman daha az eleştirilen ve daha fazla övülen biri olursunuz. Bu da stres mücadelesinde çok büyük farklılıklar sağlar.
Şimdi çaylar çok moda. Ama bitkilerin yan etkilerinden ilaçlara oranla daha çok korkuyorum ben. Stresle mücadelede bitkisel çözüm mümkün mü?
Stresle mücadelede çayla çöple yola çıkmayın. Aslında bu da yeni bir endüstri. Tabii ki biraz rahatlatıcı bitkisel çaylar var ama stresin çaresi çay değil, stresin çaresi sizsiniz. Stresin çaresi toplumun ve ailenizin içinde olmanız. Ama elbette baş edemediğiniz stres durumlarında size geçici rahatlık veren çaylar var. Valerian (kedi otu), pasiflora , melissa (oğul otu) , papatya çayları var. Bunlardan faydalanabilirsiniz.
Peki stresle mücadele en iyi nasıl olur?
En iyi mücadele yürüyerek olur… İyi uyumayı tavsiye ederim, “daha çok inançlı olun, daha çok manevi hayatınızı güçlendirin ve daha çok farkındalık geliştirin” derim.
Peki cilt dostu besinler var mı?
Bana göre cildin en önemli dostlarından birisini bulunduran bir ülkede yaşıyoruz biz: “likopen”… Türkiye bir likopen cenneti. Dünyanın en çok salça tüketen, en çok domates yiyen, domates çorbası içen halklarından biriyiz biz. Biz karpuz gibi bir cilt mucizesi ile “ki karpuz da bir likopen deposudur” iç içeyiz. Üzümün, kirazın, vişnenin, yani mor ve koyu kırmızının iç içe olduğu sebze-meyve cennetlerinden biriyiz. Bunun yanında omega-3 çok önemli bir cilt dostu, üç yanımız denizlerle çevrili, ama malesef çok balık tüketmiyoruz. Ama daha çok omega-3 kazanabiliriz. Bunun yanında daha pek çok antioksidanı da sıralayabiliriz. Örneğin Türk çayı, bizim siyah çayımız bir kateşin mucizesidir. Yani çayın içi tıka basa cilt ilacı dolu, açın bir cilt kremini bakın içinde ne var: Pek çoğunda kateşin vardır. Yani içtiğiniz her çaydan 20 miligram kateşin kazanırsınız. Günde 5 bardak çay içtiğiniz zaman 10 kutu kremdeki kadar kateşini yüzünüze sürmüş olursunuz. Kateşin sadece cilde etki etmez, beyne bellek olarak, damarlar damar dostu, bağışıklığınıza bağışıklık dostu olarak gider. Ben 30 yaşından sonra cilt için daha çok omega-3, alfa lipoik asit, D vitamini, koenzim, karnitin kazanması gerektiğine inanıyorum. Sebze, sebze, sebze, balık, balık, balık diyorum.
Stresin sonuçları ağır faturalar da ödetiyor bizlere. En çok da şu dönemde pek çok kişinin şikâyeti dönemsel ya da dönemsel olmayan saç kayıpları. Şampuanlar, besleyici kürler, dıştan bakım yağları… Çözüm bunlar mı?
Saç kayıplarının çok farklı nedenleri var. Ama “benim saçımda problem var” diye düşünen birinin “biyotinim yeterli mi? B12 ve D vitamini ya da demir eksikliğim var mı? Bedenime yeteri kadar omega-3 kazandırıyor muyum? Bu sorulara yanıt vermeden yola çıkmamaları lazım. Biyotin, B12, D vitamini, demir ölçülebiliyor. Dolayısıyla bunları biz hemen anlayabiliyoruz. Saç problemleriniz varsa neden sorusuna cevap aramak zorundasınız. Hep biyotin eksikliğinden dolayı saç problemi olmayabilir, hastalıklar nedeniyle de olur. Tiroit yetersizliğinin pipotiroidin ilk işareti bazen saç kırılmaları, saç dökülmeleri, kaş ve kirpik dökülmeleridir. Tiroit sorununu tedavi etmeden yol alamazsınız. Mantar ya da diğer cilt hastalıkları, bazı sistemik bağ doku hastalıkları…
Tiroit sorunu demişken son dönemde sık sık okuduğum birtakım haberlerden yola çıkarak şunu da sormak istiyorum. İyot takviyesi mümkün mü? Çünkü sanki “iyot desteği ile hızlı kilo verme” konusu ilişkinlendiriliyor gibi.
İyot desteği diye bir destek yok, bunun altını çizelim. Hatta kilo verdirdiğine dair söylentiler bile var… Hiçbir şekilde böyle bir uygulama yok, böyle bir şey yok. Bu işleri bilerek ya da bilmeyerek suiistimal eden ya da yanlış yapan insanların geliştirdiği söylemler son zamanlarda, benim de kulağıma geliyor. Mesela “İyot eksikliğiniz var, iyot verelim size… İdrarınızda iyot bakalım…”
Türkiye iyot eksikliği yaşıyor mu şu an peki?
Şimdi Türkiye’de iyot eksikliği vardı. artık yok… Niye yok? Bizim topraklarımız iyottan fakir, bu kesin, otlarımız, sularımız iyottan fakir. Dolayısıyla bunlarla beslenen hayvanlardan biz iyot alamıyoruz. Havadan alamıyoruz, sudan alamıyoruz, bu da kesin, tamam. O nedenle Türkiye yaygın endemik bir guatr ülkesiydi. Ancak 1990’lı yıllarda başlayan tuzu iyotlama kampanyası ile bu sorun çözüldü. Ayrıca “lugol” gibi iyotlu solüsyonların kime ne zaman verilebileceğinin kararını sadece ve sadece endokrinologlar ve metabolizma uzmanları verebilir. Bu yüzden “sen iyot haplarını kes, lugol solüsyonu kullan” gibi cümleler şarlatanlıktan ibarettir. Böyle bir tedavi yok, tiroit problemlerini ve iyot eksikliğinin çözüm noktası dahiliye uzmanları ve eğer varsa endokrinoloji ve metabolizma uzmanlarıdır. Sonuç: İyot besin desteği diğildir.
Peki şimdi bir de kelp yosunu diye iyot zengini olduğu iddia edilen bir ürün var. Buna ne dersiniz?
Tamamen bir pazarlama işi, kelp toksik bir madde ve hiçbir Osman Müftüoğlu notunda kelbe rastlayamazsınız. Yoktur, gereksizdir, anlamsızdır, boştur ve en önemlisi de zarar verebilir.
Gelelim pek çok kadının mustarip olduğu demir eksikliği meselesine… Demir vücudumuz için çok önemli değil mi?
Demirin stratejik bir mineral olduğu doğru. Ama temini en kolay minerallerden biri olduğunu da unutmamak gerekiyor. Sağlıklı bir yetişkin özel bir problem olmadığı sürece kolay kolay demir eksikliği yaşamaz. Daha çok kadınların, genç kızların çoğunlukla periyot dönemlerinde kaybettikleri demiri bilinçsiz beslenme nedeniyle besinle yerine koyamazlar. Erkeklerde demir eksikliği pek olmaz. Menopozdan sonraki süreçteki kadınların da demir eksikliği olmaz. Varsa bir yerden gizli-açık kan kaybı vardır ya da demiri çok hızlı tüketen bir tümör, bir bela vardır demektir. Bunlar önemli, unutmamak lazım. Ama demir temini dendiğinde 2 grup demir var, bunlardan biri hayvansal demirler, bir diğeri bitkisel demirler.
Peki ne yapmalı?
Mümkünse ikisini evlendirip, birlikte vücuda almalı. Hayvansal demir kırmızı ette, kırmızı etin kırmızı olmasının nedeni zaten içindeki demirdir.
Balıkta, tavukta yok mu?
Var! Tavuğun budundaki o siyah kısımlar demirli, balığın sırtında gördüğünüz hatta lezzetsiz bulduğunuz için yemediğiniz kısımlar demirli. Ama doğru oran: Hafta 2-3 kez kırmızı et yemek ve bunu bitkisel demirle evlendirmek!
Bitkisel demir hangi bitkilerde var?
Baklagillerde çok var. Özellikle mercimek demir bakımından çok zengin bir bakliyat. Sebzelerde de aynı şekilde. Ama size bir sır; örneğin ıspanağı kıymalı, mercimeği kıymalı, yumurtayı kıymalı tüketiyorsanız kolay kolay demir eksikliğiniz olmaz, ama “ben daha çok demir kazanmak istiyorum” derseniz o zaman gidip karaciğerin kapısını çalacaksınız.
Neden?
Çünkü etin 5-6 katı kadar demir var karaciğer ve dalakta…
Çok teşekkür ederiz Hocam, tüm ekibimiz adına. Yine pek çok doğru bildiğimiz kavramın ne kadar yanlış olduğunu anlattınız bize. Röportajlarımızın devam etmesi dileğiyle…